“Çok sağ ol büyük baba,” dediler çocuklar. “Anlattıklarınız gerçekten ilginç. Sizi dinledikçe ufkumuz açılıyor.”

“Evet çocuklar,” dedi Zafer Bey. “Buraları yurt yapabilmek için, geçmişten günümüze kadar bu topraklarda az savaşım verilmemiştir. Vatanın her karış toprağı, atalarımızın kanlarıyla sulanmıştır. Bugün özgür ve bağımsız olarak huzur içinde yaşıyorsak, bunu, buraları bize kanı canı pahasına yurt yapanlara borçluyuz. En son örneği de, Atatürk’ün önderliğinde yedi düvele karşı yaptığımız ve utkuyla sonuçlanan Kurtuluş Savaşımız. Ve ardından, sizler de biliyorsunuz ki Yüce Atatürk’ümüzün kurduğu çağdaş ve çağcıl Türkiye Cumhuriyetimiz.”

“Evet, Büyükbabacığım” dedi Özgün. “Bugün huzur ve güven içinde yaşadığımız bu toprakların, ne ağır bedeller karşılığında bizlere bırakıldığını çok iyi biliyoruz.”

“Onun için de” dedi Cemre “Başta Atatürk’ümüz olmak üzere atalarına karşı sonsuz teşekkür borçluyuz.”

“Bu nedenle” dedi Emre “Atalarımıza layık bireyler olmak için çok çalışacağız.”

“Aferin çocuklar!” dedi Zafer Bey. “Ülkemizi sonsuza kadar koruyup kollamak, geliştirmek ve yine Yüce Atatürk’ümüzün dediği gibi; “Ülkemizi çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak” bu ülkede yaşayan herkesin görevi olmalıdır.”

Bir süre daha oturduktan sonra kalktılar. Özgür, bağımsız ve çağdaş bir ülkenin bireyleri olmanın onur, gurur ve mutluluğuyla yönlendiler caddeye aşağı Büyükbabalarıyla.

SAHAF MUSTAFA

Kültür Sitesi’nin önünden Saat Kulesi’ne aşağı yürüdüler. Arada sırada bir iki tanıdığına rastlıyordu Zafer Bey. Selamlaşıp geçiyorlardı.

Zafer Bey birden durdu. Çocuklar da durdular. Sağ taraflarındaki yapı girişinin iki yanında, tahta tereklere kitaplar dizilmişti.

“Gelin çocuklar…” dedi Zafer Bey. “Sizi Çorum’un en zengin adamıyla tanıştırayım.”

Çocuklar, “Çorum’un en zengin adamıyla işimiz ne ki?” dercesine şaşkın şaşkın baktılar Büyükbabalarına.

“Ama burada kitaplar var,” dedi Özgün.

“Siz beni izleyin.”

Zafer Bey önden, çocuklar ardından girdiler içeri. Girişin sağ yanından ikinci kata bir merdiven çıkıyor; sol yanında ise ikinci bir kapıdan itibaren Sahaf Mustafa’nın kitap galerisi başlıyordu. Ama o dış kapının önüne kadar duvarları kitaplarla donatmıştı. Açık kapıdan içeri daldılar. Dar bir alandı ama duvarlardaki terekler tavana değin kitap doluydu. Sağ yanda daha çok üniversite hazırlık kitapları vardı. Yukarı kata çıkan merdiven altında fotokopi makinesi, karşıda masası, sol yandaki girintide de bilgisayarı vardı Sahaf Mustafa’nın. Her zaman yardımcısı olan hanımı masa başında, kendisi de fotokopi çekiyordu bir vatandaşa. Bir vatandaş da oturuyordu. Kitaplara bakan iki kız öğrenci vardı dükkanında. Hiç boş kalmazdı yanı.

“Merhaba kitap babası! Merhaba Çorum’un en zengin adamı! Kolay gelsin.” dedi.

Sahaf Mustafa, yüzünden hiç eksiltmediği gülümsemesiyle döndü:

“Ooo! Merhaba Hocam,” dedi. “Sağ olun. Hoş geldiniz!”

Elini uzattı, tokalaştılar.

“Hoş bulduk.”

Masa başındaki eşini de selamladı, hatırını sordu. Ardından torunlarına dönüp, Mustafa Bey’i işaret ederek:

“İşte Çorum’un en zengin adamı…” dedi. “Adı Mustafa Gökgöz’dür.”

Mustafa Bey fotokopi işini bitirmişti.

“Sağ olun Hocam,” dedi. “Bu gençler kim?”

“Bunlar benim torunlar… Bu Cemre, Samsun’dan geldi. Bu Özgün, İstanbul’da oturuyorlar. Bu da Emre… O da Aydın’dan… Sizi görmeye geldiler.”

“Hoş geldiniz gençler!” dedi. “Sevindim tanıştığımıza..”

Tek tek ellerini sıktı.

“Hoş bulduk,” dedi çocuklar.

Eşi de:

“Hoş geldiniz!” dedi çocuklara, Sonra Zafer Bey’e dönerek:

“Allah bağışlasın Hocam. Torunlar büyümüş maşallah.”

“Onlar büyüdükçe bizler yaşlanıyoruz.”

Mustafa Bey:

“Görenler, Büyükbaba’sı değil, babası sanır sizi Hocam.”

(SÜRECEK)