“Gerçekten bizi sevindirdiniz yeğenim,” dedi Ali Dayı. “Hadi buyurun. Çekinmeyin çocuklar.”

Ali Dayı başlamıştı bile. Çocuklar Büyükbabalarına bakıyorlardı. “Başlayın” işareti verdi başıyla. Onlar da başladılar yemeye.

“Aslında çok da olmamıştı sofradan kalkalı,” dedi Zafer Bey.

“Dışarıda, açık havada, hele de bu yeşillikler içinde yemek yenir yeğenim,” diyordu Ali Dayı.

Neşe içinde yediler yemeklerini. Teşekkür ettiler. Sofranın kaldırılmasına Cemre de yardım etti. “Bulaşıkları ben yıkayayım” dediyse de bırakmadı Dilber yengesi.

Yemekten sonra onlara bahçeyi gezdirdi Ali Dayı. Özellikle arıların çalışması çok ilgilerini çekti çocukların. Arıların sokmasından korktukları için, uzaktan baktılar.

“Çocuklar,” dedi Zafer Bey. “Yakınınızdan bir arı uçarsa, ya da başınızın üzerinde bir arı dönerse hareketsiz durun! Sizi sokabileceği kuşkusuyla, sakın elinizi sallamayın! Eğer panikler, kovmaya çalışırsanız, işte o zaman sizi düşman beller ve sokabilirler.”

“Sen arıların dilinden anlar mısın Büyükbaba?”  dedi Özgün.

“Evet,” dedi Zafer Bey. “Köyde çalıştığım yıllarda benim de arılarım, arı kovanlarım vardı. Onlarla çok iyi anlaşırdım ben.”

“Hiç sokmazlar mıydı sizi?” dedi Emre.

“Sokarlardı. O da kızdırırsam, onları rahatsız edersem sokarlardı. Arı zorunlu kalmadıkça sokmaz.”                     “Nasıl yani?” dedi Özgün.

“Karşısındakini düşman olarak görmedikçe sokmaz; sokarak intihar etmez.”

“Ne demek intihar etmesi Büyükbabacığım?” diye sordu Cemre. “Sokunca nasıl intihar ediyor?”

“Çocuklar… Bal arısı soktuğunda, iğnesi soktuğu yerde kalır. Çekip alamaz. Bu da onun ölümü olur.”

Çocuklar şaşıra kalmışlardı.

“Hayret edilecek bir durum,” dedi Özgün.

“Eskiler; ‘arı sırrına akıl ermez’ diye boşa söylememişler yeğenim” dedi Ali Dayı. “Ölebileceğini bilse sokar mı hiç.”

“Öyleyse uzak duralım,” dedi Emre. “Ne bizim canımız yansın, ne de arılar ölsün.”

“Ölmesinler, yaşasınlar. Bolca da bal yapsınlar,” dedi Özgün.

Bahçedeki kiraz olmuştu.

“Kiraz yeyin çocuklar” dedi Ali dayı.

Dallarına uzanıp bir iki aldılar çocuklar.

“Büyükbaba,” dedi Emre. “Düşünüyorum da hayvanlar hep insanların yararına çalışıyorlar. Bizler de onlardan yararlanıyoruz.”

“Onlardan elde ettiklerimize de hayvansal ürünler diyoruz,” dedi Zafer Bey.

Hayvanlarla ilgili bir şiiriniz vardı Büyükbabacığım,” dedi Cemre. “Onu bilmece gibi yazmıştınız. O şiir ezberimde benim. Onu okuyup Prens’le Şehzade’ye sorabilir miyim?”

“Gölgeye çekilelim de orada sor kızım,” dedi.

Kulübenin önündeki asmanın gölgesine oturdular.

“Merak ettim Prenses,” dedi Özgün. “Haydi sor.”

“Soruyorum. Varan bir:

“Barınırım kümeste, bol yumurta veririm.

Etim de lezzetlidir, öter: ‘gıt gıdak!’ derim.”

“Elbette tavuk,” dedi. Özgün.

“İkincisi de şöyle bakın.”

“Kovanda bal yaparım, çiçeklerin özünü.

Balım öyle nefis ki, dünyayı tutmuş ünü.”

“Bunu bilmeyecek ne var Prenses. Bu da arı,” dedi Emre.  

“Bir üçüncüsü geliyor.”

“Yünümden yünlü giysi, hem de yatak yapılır.

Etim, sütüm nefistir, yiyenler gıda alır.”

“Bu da koyun,” dedi Özgün. “Yanıtı sözlerinde.”

“Son olarak bir tane daha soruyorum. Bilemeyen geziyi yarım bırakıp köye dönecek.”

“Bu ceza biraz ağır değil mi Prenses?”

“Biraz öyle. Ama sorular da çok basit. Hemen biliyorsunuz. Bakın geliyor:”

“Nefis yemekler olur, benim verdiğim etten.

Yoğurt, peynir, yağ olur,hem de verdiğim sütten.”

“Bu da büyükbaş hayvanlardan inek ve manda olmalı,” dedi Emre.

“Bravo,” dedi Cemre. “Hepsini de doğru yanıtladınız. Size 10’ar puan veriyorum.”

“Büyükbabanız da güzel yazmış,” dedi Ali Dayı.                    SÜRECEK