İLK GÖREV YERİM

Bir buçuk yıl önce Mehmet Poyraz ile Mustafa Doğan, namı diğer Karameşe ortak bir kamyon aldılar. Onlar sayesinde köyümüz, bir kamyona kavuştu. Arabayı Mehmet Poyraz kullanıyor. Ondan önce bizim köyün adamını arabasıyla. Üçköylü İsmail taşıyordu Çorum’a. Üçköy, köyümüzün üç kilometre batısına düşüyor. Köyüm Çorum’a 45 kilometre. Çorum’a her gün araba gitmiyor. Haftada bir gün Çarşamba günleri pazarcı taşıyor. Diğer günlerde ise çiftçinin tarlalarından söktüğü pancarlarını Amasya Kayabaşı’na taşıyorlar yük kamyonları. Kılıç gibi kış gelmeden önce, yiyecek, giyecek ve yakacak hazırlıkları bitmelidir. O nedenle köylü, kadını, kızıyla, çoluğu çocuğuyla gecesini gündüzüne katarak yoğun bir tempoyla çalışmaktadır. Yazıda yabanda, tarlada, bahçedeki son mahsuller taşınıyor evlere ivedi olarak.

Köyüm Çorum’a 45 kilometre. Haftada bir gün Çarşamba günleri pazarcı taşıyor köyün kamyonu. 1 Kasım 1961 Çarşamba günü Mehmet Poyraz’ın kamyonuna eşyalarımı yükleyerek, Çorum’a iniyoruz. Beni köyüme yerleştirmek için annem de benimle birlikte geliyor. Bizi eşyalarımızla birlikte “Askeri Kışla”nın karşısındaki “İkizler Benzinliği”nin önünde, yolun kıyısına indiriyor sürücü Mehmet Poyraz. İyi yolculuklar ve başarılar diliyor.

Ankara yönüne giden tüm arabalar buradan geçiyor. Birinden birine bineriz diye beklemeye koyuluyoruz güneşin altında. Somyam ve yatak balyam olduğu için otobüsler almıyor eşyalarımı. Geçen kamyonlar da boş değil. Bu bekleyiş saatlerce, öğle sonuna kadar sürüyor. Bunalıyor, sıkılıyorum. Karnımız da acıkıyor bir iyice. Annem haşhaşlı sac çöreği yapıp, hazırlamış bir gün önceden. Onun bir bölümüyle bastırıyoruz midemizi.

Saatim olmadığı için, zamanı ölçemiyorum. Orada benim gibi bekleyenlerden birinden saati öğreniyorum. Saat iki olmuş. Tam bu sırada kasası tepeleme kereste yüklü bir kamyon duruyor yolun kıyısında, tam önümüzde. Seğirtiyor, soruyorum.

“Bizi de alabilir misiniz? Öğretmen olduğum köye bu gün yetişmem gerek.”

“Nereye?” diye soruyor arabanın sürücüsü:

“Sungurlu’ya kadar...”

“Tamam, alalım da ancak, şoför mahallinde yer yok.” diyor.

“Önemli değil” diyorum. “Nasıl olsa hava iyi... Biz üzerinde de gideriz”

Yardımcısına işaret ediyor. O hemen tırmanıyor kamyonun üzerine. Sürücüyle birlikte uzatıyoruz eşyalarımı arabanın üzerine yukarı. Yardımcısı çekip, alıyor sırayla. Önce somya, ardından yatak balyası, sonra torbaları yerleştiriyor kerestenin üzerine. Sürücü yanında yer olmadığı için, önce annemin binmesine yardımcı oluyorum. Ardından da kendim tırmanıp biniyorum. Keresteler düz yerleştirilip, halatla da sıkıca bağlanmış. Yayla gibi mübarek. Bizden başka üç dört yolcu daha biniyor. Yıl 1961 yılının 1 Kasım günü. Bundan yarım yüzyıl önce. O zamanlar umarsızlıktan arabaların tepesinde böyle tehlikeli yolculuklar yapılırdı. Şimdiki gibi taşıtlar da bol değildi. Üstelik trafik polisi de göz yumuyordu böylesi yolculuklara. Karışmıyordu sürücülere.

Arabamız hareket ediyor. Zaten Çorum’un dışındayız. Yollar pek iyi olmasa da trafik yoğun değil. Çok seyrek geçiyor arabalar. Çorum dışında yolun iki yanında tuğla fabrikaları uzanıyor ötelere doğru. Arabamızın rampalarda hızı kesiliyor; inleyerek, zorlanarak çıkıyor buraları. Yolun iki yanında uçsuz bucaksız bozkır uzanıyor. Anız tarlalar sapsarı. Güz mevsimindeyiz. Belli aralıklarla köyler serpilmiş vadilere, dağların koyaklarına. Kimi yerlerde doğaya can veren farklı türdeki ağaçlar. Kimileri dere boylarına dizilmiş. Suyunu, havasını almış, gelişmiş görkemlice. Kimileri cılız ve tekleme; kimileri de topluluklar halinde. Uzaklarda, koyulaşmış rengiyle uçsuz bucaksız bozkırı çevrime almış olan dağlar... İşte bir boğaza dalıyoruz. Arabamızın sesi, uzayıp giden derenin yamaçlarında büyük bir hışırtıyla yankı buluyor. Yolculardan birisi Koparan’a geldik diyor. Bu dere boyunda döne dolaşa, yamaçlardaki bodur meşelikleri, çalılıkları seyrederek gidiyoruz. Hava güzel ve sıcak… Arabanın yeli üşütmüyor bizi.                         

(SÜRECEK)