Türkiye, 1923’den beri demokrasiye geçiş için çalışıyor. 89 yıldır bunu tam hakkıyla becerebilmiş değiliz. Epey yol almış gözüksek bile pek çok ileri ülkelerden geriyiz. Bu yolda 89 senede defalarca demokrasi rayından çıktı. Siyasi bunalımlar ve askerî müdahaleler yaşadık.

Şu anda Ergenekon, Balyoz ve sair gibi adlarla dalga dalga tutuklamalar ile askerî müdahaleleri yargıladığımızı sanıyoruz. Hayır, beyler, aslında iktidarlar olsun ve muhalefetler olsun yargılanan, 90 yıldır demokrasiyi oturtamayan siyasilerdir. Hatta demokrasiyi tam kavrayamamış kendi halkımızdır. Doğrusunu isterseniz yargılanan, demokrasiyi bihakkın hazmedemeyen toptan bizim zihniyetimizdir.

25 Nisan da yazdığım “AKINTIYA KÜREK ÇEKMEK- AKINTIYA KAPILMAK VE YÜZMEK” başlıklı yazımda ne demek istediğim net anlatılmaktadır. Biz 89 yıldır tebaa (tâbi olma) huyundan vazgeçemedik. Demokrasinin bir asırdır oturmamasının suçlusunu ararsak, tek başına ne askeriyedir, ne hükümetlerdir. Suçlu varsa herkestir. 1950’den önce iki defa çok partili sisteme geçmek istedik, olmadı. Demek ki şunu anlamamız gerekiyor: Sosyolojik ve demokratik gelişim öyle üç beş yılda olmuyor.

Zira dün halk ve kurumlar olarak hepimiz padişahçı idik. Sonra Demirelci, Özalcı, Ecevitçi, Türkeşçi, Erbakancı olduk. Şimdi de Erdoğancıyız. Siyasete yani partilere bilimsel, sistemci ve planlamacı, projeci bakma kültürümüz henüz yok. Bir ara solcular “sosyalizm gibi bir sistem” üzerinde yürüyecek gibi oldu iseler de, onlar da gördük ki Stalinci, Leninci veya Maocu olarak tebaa mantığından çıkamadılar.

Bu yüzdendir ki siyasilerimiz de bir asırdır yaptıkları yönetimde “sağlıklı bir demokratik idare” yani yönetim gösteremedikleri için askerî müdahaleler kaçınılmaz oldu. Bir asırdır sivil bir anayasa bile yapamadık. Yirmi yıldır sivil anayasa yapmaya uğraşıyoruz. Son iki yılımız (AZİMLE!) yeni bir sivil anayasaya hasredildi. Hani ortada ne var? Neden hemen oluvermiyor?

*

Şimdi gelelim Suriye meselesine.

Yukarıda arz ettim. Siyasi yapısı, idarî yapısı, anayasası ve toplum olarak bireyleri tam demokratik olamamış bir ülkeyiz. Hâl böyle iken bizim Suriye veya diğer Arap Ülkeleri için demokrasi yolunda tavizkâr ve hoşgörülü olmamız gerekir.

Yani:

Ülkelerinde çok partili sistemi hiç görmemiş, tek adam yönetimi dışında yönetimi hiç tecrübe etmemiş kardeş İslâm Ülkelerini kınamamız ve onlara neden demokrasiye -HEMEN- geçmiyorsunuz dememiz haksız bir eleştiridir. İslâm ülkelerinin hiçbirinde demokrasinin ve parlamenter sistemin alt yapısı yoktur. Hain Avrupa ve Amerika’nın dolduruşuna gelerek hiçbir İslâm Ülkesine “Hadi artık ne bekliyorsunuz? Demokrasiye geçin” diye bastırmaya hakkımız yok. Onların da yok. 

İslâm Ülkelerinde demokrasi talep eden kendi halkları da, bu hususta hiçbir tecrübesi olmayan yığınlardır. Toplum psikoloji ile sokaklara dökülmek ile isyan çıkarıp başlarındaki tek adamları görevden atmakla, öldürmekle demokrasi elde edilemez. Demokrasi, kültür, bilgi ve deneyim ister. Amerika denen ülke demokrasiyi 250 senede yakaladı. Türkiye bir asırdır uğraşıyor. Kardeş İslâm Ülkelerinin de en az bunun onda biri kadar süreye ihtiyaçları var. Bir şeyi bir anda yıkarsınız ama yerine yenisini yapmak çok zaman alır. Hele yedeğini veya örneğini hazırlamadan mevcudu yıkarsanız eskiyi de ararsınız. İslâm Ülkeleri şu anda bunun sancılarını yaşıyor. Kimi 9 ay 10 günde doğuracak; kimi 9 sene 10 ayda doğuracak. Bu arada birçoğu da İngiltere’deki kraliçelik gibi veya Hollanda’daki krallık gibi modern monarşik bir düzende kalacak. Bunu kimse bilemez. Demokrasi bebeğinin, vaktinden önce doğmasını kimse istemesin, zira düşük olur. Nitekim olmakta. İşte Afganistan, Irak, Mısır, Libya. Türkiye eğer kardeş İslâm Ülkelerine ebelik yapacaksa bunu efelik ile değil şefkat ile ve tıbbî(siyasî)  hüner ile yapması lâzım. Asla hain Avrupa’nın fikir ve dayatması ile değil.

Her şeyin tabiî bir süreci vardır. Dış ülke ilişkileri mahalle arkadaşlığı değildir. Asla kimse ile küsülmez. İlişkiler kesilmez. Zıtlaşılır, çekişmeler yaşanır, kendi fikrin dayatılır ama küsülmez.(İsrail’e yapıldığı gibi)

Diğer İslam Ülkeleri ve Suriye için Türkiye’nin yapacağı tutum, çok sabırlı, çok itidalli, çok temkinli ve çok samimi olmaktır. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad dışlanmadan, Suriye halkı kışkırtılmadan iki taraf arasında gerekirse aylarca arabulucu olarak yardımcı olacağız. Bu uzun soluklu bir yolda, Türkiye kardeş İslâm ülkelerine sabırla, diyalog ile ama silâhsız çözümde ısrar etmelidir.

*

Oralarda senelerdir babadan oğula geçen bir düzen ile oluşmuş idare ve halk var. Pat diye bir gecede, bir ayda, bir yılda devlet düzeni ve rejimler değişmez, değişemez. İşte SSCB’liği dağıldıktan sonra bağımsızlaşan ve demokrasi arayan ülkeler önümüzde. Yirmi yıldır demokrasi oluşumu devam etmekte. Zaten demokrasi insanların kültür seviyeleri ile paralel bir oluşumdur. Bu iş maraton koşusu gibi nefesini uzun zamana yaymaktır. 

Evet…

Türkiye çok çabuk Beşar Esad’ı dışlayıverdi. Bu dış politikada hatadır. Aslında Türkiye Avrupa’nın kendine elli yıldır yaptığı önemli bir politikayı gözden kaçırdı.

Nedir o?

Avrupa ve Amerika elli yıldır bize elli bin kere “çifte standart” dediğimiz iki yüzlülük politikasını yürütmedi mi? Devletlerarası ikili ilişkimizde, Yunanistan’a bir türlü, bize bir türlü konuşmadı mı? Kıbrıs meselesinde elli bin kere konuştular ama ne Rumları küstürdüler, ne Türkleri memnun ettiler. Elli yıldır yuvarlak laflar ettiler. Hıristiyan Dünyasının değişmez bir kuralı vardır:

Eğer bir İslâm ülkesi Hıristiyan ülkesine karşı haklı olsa bile galip çıkacaksa, anında dişlerini gösterirler, seslerini tek yanlı olarak yükseltirler, demokrasi barış falan derhal rafa kalkar. Bunun dışında bütün konuşmaları idare-i maslahattır. PKK’ya karşı, Amerika, Türkiye’ye elli bin kere “stratejik ortağız. PKK ortak düşmanımız” dedi. Hani ne yaptı? PKK’ya silâh bile verdi.

Türkiye onlar gibi riyakâr ve ikiyüzlü olamaz ama asla bir tarafı tutup diğerini dışlamamalı.

Kardeş İslâm ülkeleri, illa bir şekilde kendi kararları ve eylemleri ile bir yerlere varacaktır. Türkiye, onların iç işlerinde tarafsızı oynamalı, tüm dünyanın müdahalesine izin vermemelidir. Hiçbir idare kanla gelmemeli. Hak aramak kanla olmamalı. Zira o kan kıyamete kadar dinmiyor. Bu konuda önümüzde epey örnek var.  

Gelelim tekrar Suriye’ye.

ABD Dış İşleri Bakanı Bayan Clinton ne dedi?

Suriye meselesinde NATO’nun 5. maddesini işletebiliriz. Elli yıl sonra Türkiye’nin NATO’nun müttefiki olduğu akıllarına geldi. Yıllarca Yunan Yöneticileri Türkiye Yunanistan’a saldıracak zırvasını dış siyasetinde kullandı da hangi Nato Ülkesi;

“Bre adam! ne zırvalayıp duruyorsun? Hiçbir Nato ülkesi, diğerine saldıramaz. Mümkünü yok. Dalga geçme. Sus bakim” dedi mi?

Ama Bayan Clinton neden acaba, sanki Suriye, Türkiye’ye saldıracakmış gibi savaş tamtamları çalıyor? Sırplar Bosna’da soykırım yaparken, Türkiye’ye sormayan, Türkiye’yi AGİK toplantılarına bile çağırmayan Amerika ne oldu da Türkiyeci oldu?

Netice:

Suriye’nin, vakti zamanında TİKKO’ya, TKPML’ye, DEVYOL’a, DEVSOL’a ve PKK’ya yataklık yapma sabıkası olsa bile mademki hükümetimiz komşularımızla sıfır sorun politikasını hedefledi, Esad ile de, muhalifleri ile de görüşmeyi ve dostluğu kesmeden demokrasi ve insanlık görevini sabırla, gerekirse uzun yıllara yayarak sürdürmelidir. Yeter ki silâhlı çatışma olmasın. Asıl mesele derhal bunun önlenmesidir. Yarın aynı şeyler, bugün dost olduğumuz, Suudi Arabistan için veya Ürdün için, veya başka bir İslâm ülkesi için de gerekecektir.

Türkiye kardeş İslam ülkelerine karşı katı ve taraflı tutumunu derhal bırakıp daha hoşgörülü, itidalli, birleştirici, dostane ve ağabey rolünü öne çıkarıp çalışmalıdır. Bunun en uygar yolu isyanlarla değil, yasalarla ve kurulacak siyasi partilerle ve zamanla olacaktır. Resmî idare ve Halk Temsilcilerinin diyaloğu ile olacaktır.

Kardeş İslâm Ülkelerinin önünde daha çok uzun bir yol var. Onlar daha demokrasinin ilk basamağındalar.  Bu yol, uçakla veya yürüyen merdivenle aşılmıyor. Adım adım yürüyerek ve konuşarak geçmekten başka yol yoktur. Bu yol, Türkiye’nin de yoludur.