Muhyiddini Arabî Hazretleri buyurur ki: ‘Lailahe illalah’ demek, “Evvellerden evvel Cenabı Allah var olup onunla birlikte hiçbir şeyin var olmadığını; yine bugün dahi kim, Cenabı Allah var olup onun ile beraber hiçbir şeyin var olmadığını bilmektir.”    

Allah vardır, birdir, diridir, ezelî ve ebedidir. Doğmamıştır ve doğurmamıştır. Canlı ve cansız her zerrenin içinde ve dışında can, O’dur. Her yerde hazır ve nazırdır.  Her şeyi gören, duyan ve bilendir. Kadir-i mutlaktır.  Âlem (kâinat) mahlûk olup, bu âlemi yaratan odur. 

Kâinat ağacının meyvesi insandır. İnsan eşref-i mahlûktur. Evet, insan eşref-i mahlûktur amma velâkin her insan için bu sözü söylemek zordur. Çünkü eşref-i mahlûk olmanın şartları, vecibeleri ve vasıfları vardır. Bu vasıflara haiz kişiler peygamberler (ki onlara ‘hazreti insan’ denir) ve velîlerdir. 

Adalet-i ilâhiye ve saadet-i insaniye mucibince, Cenab-ı Allah’ın murad-ı ilâhiyesi her insanın velî ve hazret-i insan olmasıdır. Cenabı Allah herkesi bu istidatta yaratmıştır. Böyle yaratmasa idi hâşâ C. Allah zalim olurdu.  Her insan, sureta bir insandan doğar. Ancak ona hazret-i insan denemez, velî denemez. Bu hâle, bu yaşama, bu makama gelmenin yolu, o makama, o hâle mazhar olabilmektir. Elbette ki numune-i hazreti insan olmak için kişinin içindeki bütün şerrî, hayvanî ve şeytanî  (1) sıfatlardan arınmış olması gerekir. Bu hususta 

Abdurrahman Sami Niyazi Hazretleri buyurur ki:

“sür çıkar ağyarı dilden ta tecelli ide Hak” 

“Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan” (2) 

Bu âleme gelen her insan, kendi bunu bilsin veya bilmesin gaye-i nihaiyesi Kâmil insan olmaktır. İmanen ve ilmen belli bir seviyeye gelen her insan zaten içinden gelerek erdem sahibi biri olmak ister. Böyle bir kemâlâtı, olgunluğu istememesi mümkün değildir. Kim ki belli bir ilim ve iman seviyesine gelmiş bu ihtiyacı mutlaka zuhur edecektir. 

Ancak bu isteğin içinde doğması, onun kâmil olmasını sağlamaz, sağlayamaz. Elbette belli bir bilgi, kültür ve tecrübe insanda bir kemâlât yaratır. Mesele o kemâlâtın, o olgunluğun, o erdemin daim ve kaim olmasıdır. Bu nadir ve zordur.  Zira peygamber olarak zuhur eden o yüce zatlar bile bu yolu, bu oluşu Allah’ın yardımı ile ikmâl ederler. Bu yüzdendir ki insana düşen mukaddes gaye, insan-ı kâmil insan olmak ve bunu dilemektir. Bu hususta;

”İlmi rivayet eden değil; ilme riayet eden olun. Her zaman için Allah’a kavuşmayı düşünün” diyor İmam İskender Ali Mihr.

Bu mukaddes gayenin önderleri peygamberlerdir. Onlar numune-i insandır. Ancak onları örnek alarak ve onlar gibi gerçek insan olarak yaşamayı başaran herkes Hak katında makbul insan olur.

Bu kolay değildir. Bunu kendi başına, temiz nasiyesi ve hususi gayreti ile başaran nadir insanlar vardır. Ancak çok nadirdir. Normal olarak tıpkı zahiren (yani dünyevî) liderler nasıl ki örnek alınıyor ve onların kuralları, öğretileri, onların yolu, izleniyorsa; mânevî liderler vardır ve onlar da örnek alınarak, onların öğretileri ile kâmil insan (insan-ı kâmil) olunur. 

Enbiya güneştir,  Velîler kamer

Manzûme-yi âlem bunlarla döner

Kâmili bulmakmış âlemde hüner

Andan gafil kalan bigâne düşmüş

Âma Kemâlî  1862-1924

İnsan-ı Kâmil, Hazreti insan örnekleri daima peygamberlerdir. İlk hazreti insan ve ilk peygamber mâlûmunuz Hazreti Âdem’dir. Son peygamber Hazreti Muhammed’tir. Ancak peygamber iken onlar bile bu yolda pek çok sıkıntılar çekmiştir. Hemen hepsi kendi kavmi tarafından ret edilmiş, saldırıya maruz kalmış, hatta öldürülmüştür. 

“Ağlayı geldi Enbiya,

İnleyi gitti Evliya”    denmesi bu yüzdendir.

Nuh Peygamber, İbrahim Peygamber, Lût Peygamber, Yakup Peygamber, Yusuf Peygamber, Musa Peygamber …, …,  ve İsa Peygamber gibi pek çok peygamber, kavmi tarafından büyük zulümlere uğramıştır. Hazreti Muhammed (saas)  efendimiz de başlangıçta bir müddet kavmi tarafından ret edilmiş ve zulümlere uğramıştır.  Kimi Hz. İsa gibi kavmi tarafından öldürülürken, kimi Hz. Musa gibi topraklarından sürülmüştür.

HAZRETİ MUHAMMED (Ona, evlat-u ıyâline ve ashabına selâm olsun) hem sürgün hem ölümleri yaşamıştır.  Hazreti Muhammed’in (Ona ve ehlibeytine selâm olsun) farkı şudur:

Hazreti Peygamber, Mekke’nin de fethi ile İslâmı ve İslâmî Devleti oturtmuştur. Birliği sağlamıştır. Evet, zahirde ‘(görüntüde)’ birlik sağlanmış ve din oturmuştur. Ortada bir huzur ve sükûn var gözükmektedir. Ne var ki yüce peygamber ve bazı sır arkadaşları şunu da sırren bilmektedir:

Hazreti Peygamberin sülâlesi Haşimiler ile Mekke’nin fethinden sonra şartlı olarak (mecburen) Müslüman olan Ebu Cehl ve kabilesi ile geçmişten beri süregelen bir üstünlük yarışı vardı. Son dönemde ise Zemzem Kuyusunun bulunması, Haşimiler’e bir üstünlük getirmişti. Zaten bunu çekemeyen Ebu Cehil (3) ve onun mensup olduğu Kureyş Kabilesi (ve Mahzûmoğulları sülâlesi), Haşimîlerden Abdullah’ın oğlu Muhammed’in peygamber olarak ortaya çıkması ile iyice rahatsız oldular. Bu yüzdendir ki, Hazret-i Muhammed’e ve onun getirdiği dine refleks olarak muhalefet ettiler. Yıllar süren bu savaş, aslında aynı şehrin insanları ve hatta uzak geçmişlerde akraba olan iki büyük aşireti arasında yapılıyordu. Dine karşı gelmekten ziyade rakip sülâlenin üstünlüğünü kabul etmeme kavgası idi. 

Yani Ebu Cehlin sülâlesinin kendini küçük düşmüş olarak hissetmesi idi. Hâlbuki yeni din insanlar arası üstünlük aşağılık durumlarını ortadan kaldırıyordu. Herkesi Allah’ın kulu olmakta eşit görmeyi vaaz ediyordu. Ebu Cehil tarafı bunu da kabul etmiyordu. Köle ile efendisinin bir olması o devre göre o an için çok saçma ve olmayacak bir iddia idi. Birçok kabileler de Ebu Cehil gibi düşünüyordu. Haşimiler’in yetim oğlu, düzeni bozmaya çalışıyordu. Aşiret reislerinin üstünlüğüne ve hâkim zümre olmalarına mani olacak laflar söylüyordu. Susturulmalıydı.

Susturamadılar. Susturmak bir yana yıllar süren savaşlar sonunda fikren ve askerî olarak yenildiler. Mekke’nin fethi ile bütün otoriteleri yok oldu. Evet, Mekke’nin fethi ile görünüşte herkes Müslüman olmuştu.  Ama bu görünüşte idi. Hazreti Peygamber ve onunla beraber birçok sahabî bu durumun farkında idi. Bu yüzdendir ki Cenabı Muhammed vefatından  (4) sonra, sık sık ehlibeytine ve onlardan gelecek nesle yapılabilecek kötülüklere karşı sahabeyi uyardı ve hatırlatmalar yaptı. Ömrünün son demlerinde,  Veda Haccında ve Hacdan dönüşte Gadirhum’da buna işaret eden çok ciddi ve net sözler söyledi.

Nitekim her namazda oturduğumuzda Ettahiyattan sonra okuduğumuz iki salâvatda; Hazreti İbrahim’in ve Hazreti Muhammed’in zatına ve Âli’ne (yani ehlibeytine) selâm ve dua edilir. 

Sağlığında görünüşte huzur ve sükûn içinde olan sahabenin  (5) Hazreti Peygâmber vefatından sonra rahat durmayacağını bilen Yüce Peygamber bunun bazı ön tedbirlerini almaya çalışıyordu. Buna rağmen olacakları da biliyordu. Bu hususta ilahî kadere boyun eğerek 

 “Neslime yapılacaklara karşı bir an gözümü kapadım” buyurdu.

Size iki emanet bırakıyorum biri Kur’an’ı Kerim, diğeri Ehlibeytim’dir demesine rağmen ne yazık ki Resulullah’ın âlem-i cemâle teşrifinin hemen ardından, daha mübarek vücudu toprağa konmadan, iktidar ve güç münakaşası başladı.  Çünkü Arap gösterişi çok seviyordu. Zaten süregelen bir çekememezlik vardı. Hâlbuki onlara vaaz edilen din gösterişi ve hasetliği men ediyordu.  

Gerçek mânâda, kâmil insan, yani hazreti insan olmayı başaramayan, nefsi emaresini tahrip ve taciz ile ıslah edemeyen, kemâlât yolunda ilerlemeyi beceremeyen bazı sahabe, hâdiseye iman ve erdem yönünden bakamadı. Soy sop ve iktidar yönünden baktı. Dışa baktı, içe bakmadı. Sözü duydu özü anlayamadı. 

(SÜRECEK)