“İnsanlara ne tavsiye edersin?” sorusunu şöyle yanıtlar Andrey Tarkovski, “Bilmiyorum… Bence tavsiye etmek istediğim tek şey, yalnız olmayı ve mümkün olduğu kadar çok tek başlarına vakit geçirmeyi öğrenmeliler. Bence günümüz gençliğinin yaptığı hatalardan bir tanesi gürültülü ve her daim agresif etkinlikler ile bir araya gelmeye çalışmaları. Bana kalırsa yalnız hissetmemek için bir araya gelme arzusu talihsiz bir hastalık belirtisi. Her insan çocukluğundan itibaren kendi kendine vakit geçirmeyi öğrenmeli. Bu insanlar yalnız olmalı anlamına gelmiyor, fakat kişi kendinden sıkılmamalı çünkü öz benlik tarafından baktığımda kendi kendine vakit geçirmekten sıkılan insanlar bana tehlikede geliyor.”

Tarkovski’nin bu ifadesini okuyunca hayatım bir film şeridi gibi aktı kuytularından belleğimin.

İstanbul’da Aksaray’da deden kalma ahşap evin bahçesinde oyun oynuyordu çocukluğum. Yalın ayak, bahçeyi kazıp kendince Arnavut kaldırımı döşemeye çalışan bir çocuk.

Niye mi? Sokakta Arnavut kaldırımı döşeyen ustaları seyrederdi de ondan. Ama asıl sebep, sokakta oynamasına izin vermemeleri.

Bahçede oyun öğle suları biter, annem kırmızı taşlıktaki tulumbada ellerimi, ayaklarımı yıkatır, bahçe oyun kılığımı çıkartıp ev kıyafetimi giydirirdi.

Öğle yemeğinden sonra kitap okuma vaktiydi benim için. İlk okuduğu kitabı unutmam imkânsız. İlkokul üçüncü sınıfa geçtiğim yaz, babam elinde bir kitapla geldi yanıma. “Bu kitabı çok seveceksin”, dedi “Bir çocuğun hatıraları.” O çocuk Ahmet Rasim’di, kitap ise Falaka ve Gecelerim. Zaman içinde kitaplarını sevdiğim gibi şarkılarını da seveceğim bir usta. Ustayı okudukça hayatına da imrenirdim.

Kitabı gerçekten sevmiştim. Babam iş dönüşleri kitapta nerelere geldiğime dair bir sohbet yapardı benimle.

Ve kitap bitti. Babam, elimden tutup kitaplığa götürdü ve raflardan bir kitap aldı. “Bu kitapta Ömer Seyfettin’in hikâyeleri var. Bunu bitirince bana sorma, külliyat bu rafta” dedi.

Akşam iş dönüşler Ömer Seyfettin hikâyeleri üzerine sohbetlerimiz oldu. Hangi hikâyesini çok sevdiğim ve hikâyenin neler anlattığı… Bu sohbetlerin bir tür sınav olduğunu çok, ama çok sonra fark edecektim.

Akşamüstleri ise güzel kahvaltı etmenin ödülü çocuk parkına gitmekti. Kaçıncı akşamüstüydü bilmem, anneme kendi kahvaltımı hazırlamak istediğimi söylemiştim. Domates, salatalık, beyaz peynir, zeytin… Annem sordu kahvaltımı atıştırırken, “O iki çay bardağı neyin nesi?”

“Biri su, biri de rakı” deyince” fırçayı yemiştim. Bizim ev babaannemin yönetimindeydi ve vefatından epey sonra babam eve rakı getirebilmişti. Babaannem Kadıköy’deki akrabalara gece yatısına gidince babamın bira bayramı başlardı. Tekel birası vardı o dönemde. Bana da bir çay bardağı verirdi. İkinciyi istediğimde annem muhalefet şerhini koyardı hemen. “Olmaz… Buna sen alıştırıyorsun çocuğu” diye.

Radyo ise benim için dünya şenliği idi. Bizim kuşak için radyo günleri çocukları dememiz mümkündür. O yıllarda ülkenin her yerinde radyo olan ev bulmak ise kolay değildi. Bu sebepten ben ayrıcalıklı bir çocuktum.

Evimiz Türk musikisinin severek dinlendiği bir yerdi. Babam bazı şarkılara eşlik ederdi. Alt katta oturan amcam ise amatör bir udi idi. Bazı akşamüstleri bizim kata çıkan merdivenin alt basamağına oturup uduyla çalar söyler, oğlu Tuna abi de ona darbukasıyla eşlik ederdi. Ben fakir ise merdivenin son basamağında başını tırabzana dayayarak bu şarkıları dinler, hayaller kurardım.

Radyo, 7’den 77’ye, her kesime yönelik programlarıyla bir okul, halk eğitim merkeziydi adeta. Sabahları beş dakikalık 10.00 haberlerinden sonra başlayan “Arkası Yarın” adlı radyo tiyatrosu kadınların ve çocukların tiryakisi oldukları bir programdı. Hayatımın ilerleyen yıllarında seslerini ezberlediğim tiyatro sanatçıları ile beraber çalışmanın nasıl bir keyif olduğunu anlatamam.