I

Bütün varlıklar/şeyler kendi aralarında iletişim içindedirler. Söz ise sesini fark eden insanın iletişim araçlarından biridir ki sesin ışığa dönüşmüş hâlidir. Işığın nasıl aydınlatıcı özelliği varsa bir o kadar da yakıcıdır. Bir büyüteci güneş ışığına tutup kuru yaprağa nişanlarsak kısa sürede yaprağın yandığını görürüz. Orman yakınlarındaki cam kırıklarının gün ışığını toplamasıyla tutuşan kimi çalıların orman yangınlarını tetikledikleri bilinen bir durumdur.

 II

Öte yüzünü düşündüğünde dağın harf okumayı bilmiyordu henüz. Si sesini görmüştü rüyasında ki o sese “si” dendiğini de bilmiyordu henüz.

Giderken kalmanın da bir rengi olmalıydı. Öte yüzü dağın ne renkti ki? O sesi hatırladı, seslerin de hem yol ve yolculuk olduğunu hem de bilmiyordu henüz. Öte yüzünü düşündüğü, lâkin göremediği o dağa Kösedağ diyorlardı. Kıraç bir yüz…

Ormancı, öte yüzünü gördün mü hiç Kösedağ’ın, dedi.

Si sesiyle dans eden sığırcıkları gördü o an, öte yüze çağıran bir şölendi bu.

Sabah buluşalım, dedi ormancı.

Yazdan kalma bir eylül sabahı…  Pikap, sürücü, Ormancı…  Şehri geride bırakıp dağa sardık. Döne döne çıkıyoruz.

Kır ve aç sözcüklerinden oluşmuş olmalıydı “kıraç” ifadesi. Aç kalmış, aç bırakılmış bir yazı. Tıpkı bozkır gibi… Kırın açlığı ya da kırın boz yüzü. Pikap ise çöl geçen bir ırmaktı sanki.

İşte öteki yüz, dedi Ormancı. Irmağın denizi gördüğü yerdeydik. Bir orman denizinde.

Sağımızda yola göre düşük kodda parmacık çam fideleri gövermişti. Siz mi diktiniz bu fideleri, diye sordum Ormancıya.

Orası açma tarlaymış bir zamanlar, orman kendini yeniliyor, dedi Ormancı. 

Solumuzda bir ağaç denizi vardı ve ırmağı gördük. Kendi yolunca, hâlince akıp gidiyordu kim bilir kaç zamandır ırmak.

Böylesi ağaçların deniz olduğu görkemli bir ormanı ilk kez görüyordum. “Ağaçlar kalem olsa yazılmaz benim derdim” diyen türküyü hatırladım. Kalem gibiydi onca ağaç.  Gör beni diyordu doğa, oku beni, yaz beni… Şimdi de Kösedağ öte yüz olmuştu. Flotal bir aynaydı Kösedağ, sırrı öte yüz olan.

Anlatmak / anlatılan yaşanmışlığın birebir tıpkısı değildir. Bellek ise anlık kayıtlardan oluşan bir mozaik. “Günleri değil, anları hatırlarız” der Pavese. (1908-1950) Hatırlanan ile anlatılan arasındaki çelişme de burada başlamaz mı? Anlatı, olanla olması gerekenlerin harman yeri bir kurgudur aslında. 

 III

Bir metni bir başka dile çevirmek / tercüme etmekle onu çevrilen dilde yeniden söylemek arasında yaşamsal bir boyut farkı olduğunu düşünmüşümdür hep. “Kan grubunun tutması” der Attila İlhan, “Kan grubunuz tutmazsa o metni çeviremezsiniz” Ustanın bu sözünü frekans tutması olarak da ifade edebiliriz.

Bunca sözü niye söyledim ki? Her anlatı da bir dil içi çeviridir aslında. Anlatmak / anlatılan yaşanmışlığın birebir tıpkısı değildir.

 IV

Çöle sığınmak, yorgun şelâlenin gölde uyumasıydı sanki.