I

“Bulut” kavramıyla bulut arasındaki ilişkiyi okumak için göğe bakıyordu. Yaz akşamı süzülerek inerken esinti de dinmişti. İki martı geçti. Kırlangıç sağanağı başladığında karga o sağanağa teğet geçerek, görmezden gelerek mi demeliydim yoksa, falezlere kondu ve o an gördü sanki kırlangıçları ve uçtu yeniden konacağı ağaca kadar.

Bütün bunlar olurken göğe bakıyordu hâlâ o harf. Bulutlara… Yaprak kıpırdamazken kıyıda, üst akıntısı rüzgârın bir ebru ustası misali desenler çiziyordu göğe, an be an değişen pembe, gri damarlı bulutlarla.

Kavramların çizdiği sınırlarla o sınır tanımazlığı doğanın. Kavramlarla algıların kâh örtüşüp kâh çelişen akıntısında çizilen çerçevenin (hudut) sınırsızlığı. 1980’li yılların ortalarında ipek üzerine ebru baskılar yapan Taşkın’ın atölyesindeyim bir anda. Kahve içiyoruz.

Ebru baskılı o kumaşlardan kravat yaptığını söylüyor. Müşterileri de hep yurtdışındanmış. Kendi kravatının bir benzerini görmek istemeyenler alırmış onları hep.

O sınır tanımazlık vakitler arası. 1990’lı yılların başları ihtimal. Tozkoparan’daki evindeyiz Taşkın’ın. Tam yedi tane gramofonu var. Evin her yerini işgal etmişler sanki, mutfak dâhil.

Biz salondaki gramofondan Hamiyet (Yüceses) Hanım’ı dinliyoruz. Koparak sinemi ağyar elidir… O Kürdili Hicazkâr şarkı… Karşılıklı ağlayarak.

Kavramlar, şeyler ve zaman. Birbirini andırıp benzese de kunt, değişmez olmaması şeylerin. Gelen her vaktin boş bir sayfa olduğu sanısı nasıl da yanıltır bizi. Gelen her vakit gelecekten bir mektup olmasın sakın, biz geçmişi okumaya çalışırken atladığımız.

Şeylerin birbirini dönüştürerek evrilmesinin iklimi, benzemez yanlar üzerine inşa edilen bir yapı değilse nedir? Metin-okur ilişkisinin de benzer bir iklim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İnsanın en çok kendinden, gerçeklikten kaçış eğilimli olması metin-okur arasındaki zıtların birliğini öteleyecektir. Çünkü insan (okur) hatalarını görmezden gelip kaçarken oluşturduğu savunma mekanizmasıyla rahatlamaya çalışır. Ancak hata (gerçek) kendi özgül ağırlığıyla bilinçaltının dip kuytularına doğru süzülmektedir. İkili ve çoklu ilişki kümeleri de görmezden gelindikçe dip kuytuda kalan hata, o derinliği yurt tutarak yosunlarla kaplanır. Bir çeşit kamuflaj. O hatanın faili “Rüyalarımda sualtına dalıyorum hep, yosunlu bir derinlikten başka hiçbir şey görünmüyor” diye anlatır bazı yakınlarına, “Su gergedanı çıkıyor karşıma, tam başını ısırmak isterken uyanıyorum” da diyebilir.

Vaktin sınır dışında kulaç fersah seyredilen bilinçaltı tiyatrosundaki savunma mekanizmasının maskeli sahneleridir bu. Ki bu duruma kendi hatasına yabancılaşma diyebiliriz.

II

Yanıtsız soru görece bir ifadedir, vaktini bekleyen açıların diyalektik döngüsünde. Yanıtı kendinde saklı bir sorudan duydum bunu. “Açı ve acı çilesi” diyordu, “harflerin.”

III

Doğa/kâinat şeyleri dönüştürerek saklar. Bir diğer deyişle bizim “A” olarak bildiğimiz ve yok olduğunu düşündüğümüz şeyler, şekil değiştirerek devam ederler yolculuklarına. Örneğin bir ormanda yaprak döken ağaçlar, ilkyaz için kendilerini yenileme sürecine girerken dökülen onca yaprak dönüşerek toprağı besleyecektir.

IV

Biten şeyler yüreğimizin ortasından geçen trenlere benzer. Belleğin dip kuytularına giden trenlerin biricik dönüş bileti çağrışımlardır.

Çağrışımlar da bellekten (bilinç-bilinçaltı) dönen kayıtların yeniden kurgulanmasıyla öykü-anlatı-şiir-resim-müzik boyutunda metinler oluşacaktır. Şiir hiç şüphesiz bu boyutun bercestesidir.