Karamahmut’un batısında yükselen tepe bir zamanlar içinde insan kaybolacak kadar gür, ulu çam ormanıymış.

 Tepe dediğime bakmayın, dilimiz alışmış tepe diyoruz, koskocaman bir dağ ve köy sırtını bu dağa dayamış. Bir zamanlar diyorum çünkü on beş yıl öncesine kadar çıplak kalmıştı. Şimdi Orman Bakanlığı’nın çalışmasıyla çam ormanına dönüştü. Yetişen çamlar insan boyunu aştı ve esintilerde penceremizi açınca nefis çam kokusu alıyoruz.

Tepeyi tırmanır, öbür yüzünden aşağıya iner annemin babası Süleyman Şahin ve kardeşlerinin sahibi olduğu Yaylalık’a giderdik. Yaylalık tepenin öbür yüzünde, başında bir pınarın şırıl şırıl aktığı, suyun ayağında büyücek bağların ve kenarlarında elma, armut, dağ eriği (ekşi erik), iğde ve olmazsa olmaz kavak, söğüt ağaçlarıyla yemyeşil bir toprak parçasıydı. Burada yetişen üzüm soframızı zenginleştirir, fazlası satılmak üzere ilçe pazarına, satılmazsa rakı veya şarap yapılmak üzere evlerimize taşınırdı. Boğma rakı çekmek yasaklar arasındaydı ve köylü ‘korucu’ denen bakanlık görevlisi fark etmeden rakısını çekerdi. Korucu bilirdi ancak ihbar etmezdi. İhbarcılık çok kötü bilinir, ihbarcıya fazla yüz verilmez, her şeyde, her alanda.

Biz çocuklar bağbozumunun her aşamasında küçük emeğimizle yer alırdık; üzümlerin eskimiş ilistir, kalbur, veya tepsiler içinde toplanmasında rol oynar, şinevite taşınmasına katkı verir, öküzler kağnı üzerinde şineviti taşırken kağnının arkasında veya yanında koşturur, tepeyi tırmanırken dedemin ve dayılarımın “ha babam haaa” diye öküzleri gayrete getirmelerini dinler, onların “çocuklar çekilin kenara, kağnı kayarsa sakatlanırsınız” uyarılarıyla biraz uzaklaşır ve çok sürmeden köye ulaşır, kanatlı kapıdan geçer, dedemin evinin bulunduğu avluya girerdik. Burada şinevitin arka ucunda uzanan bir karışlık kısa oluktan sızan üzüm şırasını içinde toplayan sitili, şinevitte toplanan üzümü yapım işlemlerinin yürütüldüğü hayata taşınmasına yardım ederdik. İşimiz burada da bitmez, hayatta kurulu ocağın üzerinde kaynatılmak üzere yerleştirilen büyük kazanların (karavana kazanlarının) altına atılmak üzere kalbur içinde çeç (düvende dövülüp savrularak ekinden ayrıldıktan sonra kalan, malların yiyemeyeceği kadar sert saman parçalarından oluşan iri saman) taşırdık.

Bu ocakların altı oyuk olur tandır işlevi de görürdü. Yufka ekmeğimiz bu tandırlarda yapılırdı. Ekmek yapmak birkaç kadının birlikte yürüttüğü bir etkinlikti. Ekmek yapanlar birbirlerine en içten düşüncelerini, sıkıntılarını anlatır, birbirlerine çevrelerinden dertlenirdi. Biz çocuklar bu dertlenmelerden pek bir şey anlamaz, fazla dinlemezdik. Şimdi anlıyorum ki ekmeğin yapıldığı veya bulgur çekildiği günler kadınlar açısından dört gözle beklenen, birbirini görme fırsatı yaratan günlermiş. Nişan, düğün, bayram, gibi insanları birbirine yaklaştıran günlermiş.

Tandırın yakıldığı, yufka ekmeğin kokusunu taa uzaktan aldığımda annemden bir iki yumurta alır doğru yapılan eve koşardım. Hayatın kapısından girdiğimde ekmek yapanlar niyetimi anlar, elimden yumurtaları alır, yufkanın içine yayar, yufkayı ikiye katlar, üstüne tereyağı sürer, altı çeçle alev alev yanan saçın üzerinde pişirir, elimize tutuştururdu. Bizim köyde bunun adı ‘bükme’ idi. Keyifle yerdim. Bugün bazlama diye adlandırılıyor ve sıkça piknik tüpü üzerinde yapıldığını görüyorum.

Bir keresinde çeç taşımaktan bıkmış, götürdüğüm kalburu yarım boşaltarak yığının başına dönmüşüm. Bunu birkaç kez yinelediğimi fark eden Süleyman dedem (Abbasların Kör Süleyman) elindeki değnekle arkama sertçe vurduğunda feleğim şaşmış, gözlerimden yaş boşalmıştı ama sesimi de çıkarmamıştım. Dedeme Kör Süleyman demenin nedeni kör olduğundan değildi, kızdığı zaman gözü hiçbir şeyi görmediği için söylenirdi.

Büyük dayımın oğlu Osman akranımdır, Haydar ve Ziya da küçük olmakla birlikte akran sayılır. Sıkça birlikte oynardık. Özellikte okulun bahçesinde birbirimizi bulur, oyun kurardık.

Yaylalık Karamahmut’un batısında büyük bir köy olan İmat’a giden yol üzerinde. Tepe ne kadar dik olursa olsun İmat’lı hemşerilerimiz bizim köy üzerinden ilçeye, Alaca’ya pazara giderdi. Sabah erkenden eşek sırtında yola düşen İmatlılar bizim köyün içinden geçer, Karşıyaprak tarafına giden yoldan ilerler, koruyu geçer, korunun bitimine yakın yerleşik Kızkaraca‘nın uzağından, bazen de içinden geçerek ilçeye ulaşırlardı. Bizim köylüler de aynı yoldan giderdi. 1950-60’lı yıllarda ulaşım sıkıntılıydı ve ilçeye en kestirme yol tercih edilirdi.

İmat da Karmahmut gibi Alacahöyük’ün bir mahallesiydi belediyelik siyasi iktidar tarafından kapatılıncaya kadar. İlk belediye başkanımız arkadaşım Hüseyin Saykan İmatlı. Belediyede çok yararlı çalışmalar yürüttü. Fırın, kütüphane, postane hizmetlerini bile getirtmişti. Belediyelik kapanınca bu hizmetlerin hepsi durdu.

Birçok akrabamızın olduğu İmat’ta Karamahmut’un Mithat Kök’ü kadar kıymetli bir halk ozanımız daha var: Haydar Kaya. Şiirleri ve sazıyla değerli bir dostumuz. Aşağıda şiirlerinden birini okuyacaksınız. Kısmet olursa sesini dinlemenizi, gerçeklerimizi yansıtan türkülerini değerlendirmenizi öneriyorum.

11 Kasım 2023, Ankara

ÖMÜR DENEN BİR YOKUŞU

Ömür denen bir yokuşu,

Çıkıp durdum senelerce,

Yavan ekmek kuru soğan,

Yedim durdum senelerce,

Ayak yalın yırtık aba,

Dertlerim var oba oba,

Sır vermeyin yalan yada,

Duydum durdum senelerce

Ah eleyip ağlasam da,

yüreğimi dağlasam da,

Seller gibi çağlasam da,

Akıp durdum senelerce

Yürüyorum bir çıkmaza,

Yönüm çevirdiler düze,

Bağrımdaki cura saza,

Vurdum durdum senelerce

Haydariyem dur dediler ,

Ne yaşarsan kâr dediler,

Yaraların sar dediler

Sardım durdum senelerce

Haydar Kaya

Sami AydoÛan KARAMAHMUT