Esas adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”dir.

Türkiye’nin Avrupa Konseyi dönem başkanlığında, İstanbul’da yapılan Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında, 11 Mayıs 2011 günü imzaya açıldığı için “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılır.

Bu bir uluslararası teamüldür; Kopenhag Kriterleri, Pekin Sözleşmesi örnekleri gibi.

Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından Türkiye, ilk imzayı atan ülke olmuş ve 14 Mart 2012 günü AKP, CHP, MHP ve BDP’nin oybirliği ile de kabul edilmiştir. 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe giren bu sözleşme, Temmuz 2020 itibariyle 46 ülke ve Avrupa Birliği tarafından imzalanmış, 34 ülkenin meclisinde de onaylamıştır.

İmzacı ülkelerin sözleşme kapsamında vermiş oldukları taahhütler ise bağımsız uzmanlar grubu GREVIO Komitesi tarafından izlenmektedir.

* * *

Ama bugünlerde bir itiraz yükselir, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilelim denilir oldu.

Ve de bu itiraz; bir kısım muhafazakâr kesimden, iktidar cephesinden ve de bir kısım basın ve yazarlardan gündeme getirilir oldu.

Peki, nedir bu itiraz gerekçeleri?

Görünüşe göre sözleşmede geçen “cinsel yönelim” ve “toplumsal cinsiyet kimliği” ifadeleri, itirazın asıl nedenleri olmuş gibidir.

-Çünkü “Bu ifadelerle cinsiyet kimliği yok ediliyor” denildi.

-“Cinsel yönelim ifadesi, kadın ve erkek cinsiyetleri dışında farklı tercihleri çağrıştıran ve meşrulaştıran bir dildir” denildi.

-“Cinsel eşitlik adı altında melez bir cinsiyet yaratılıyor” denildi.

-“Avrupa’nın kültürel boyunduruğuna girmeyi taahhüt eden bir anlaşmadır” denildi.

Aslında bu itirazlar, zorlanarak bir gerekçe yaratmaya çalışılmış gibidir.

Çünkü KADEM başta olmak üzere kadın kuruluşları tarafından “Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetin inkârı değildir. Toplumsal cinsiyet kavramı; kadın ve erkeğe kültürlerin, toplumların yüklediği rol ve görevleri ifade etmek için kullanılır” denilmiştir.

Elbette İstanbul sözleşmesinin amacı, kadına şiddetin önlenmesi için uluslararası önlemler geliştirmek ve etkin önlemler alınması için ilgili ülkeleri yönlendirmektir.

Çünkü kadına şiddet yalnız Türkiye’ye özgü değil, genelde bir dünya sorunu olmuştur.

Bugün hiçbir ülkede ve de ülkemizde, kadına şiddeti sayısal olarak ifade etmek mümkün değildir. Ama kadın cinayetleri sayısal olarak bu şiddetin çok tehlikeli bir göstergesi olmuştur.

Nitekim Türkiye’de son 10 yılda 3 binden fazla kadın öldürülmüştür. Ve de bu sayı her yıl artarak devam etmektedir.

Yani neredeyse ülkemizde her gün, bir ya da birkaç kadın vahşice katledilmektedir.

* * *

İşte bu nedenlerle yine de bir soralım; bu sözleşmenin neresi yanlıştır?

Sözleşmede ifade edilen ve ülkelere bir sorumluluk yükleyen:

“Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve aile içi şiddeti önlemek” ifadesi mi yanlıştır?

“Kadına karşı her türlü ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve kadın-erkek eşitliğini önemli ölçüde yaygınlaştırmak” ifadesi mi yanlıştır?

“Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin mağdurlarının korunması için politikalar üretmek, geliştirmek” ifadesi mi yanlıştır?

“Kadına karşı şiddeti ortadan kaldırmak için uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak” ifadesi mi yanlıştır?

Oysaki AKP milletvekilliği ve bakan yardımcılığı da yapmış olan, İstanbul Sözleşmesi’nin denetim birimi GREVİO Komitesi Başkanı Prof. Dr. Aşkın Asan, “Sözleşmenin tek amacı var, o da kadınları şiddetten korumaktır. İptali, Türkiye’nin kat ettiği bütün mesafenin, başarının çöpe atılması demek olacaktır” diyerek bir uyarı yapmıştır.

Çünkü kadın cinayetleri ve de kadına karşı şiddet; yalnız cehaletin ürünü diyerek geçiştirilemez, yalnız diploma seviyesine, yalnız ekonomik sıkıntıya bağlanamaz.

Ve de yalnız kıskançlığa da bağlanamaz.

Yani genelde, özellikle incelenmesi gereken zihinsel bir alt yapısı vardır bu sorunun.

* * *

Ayrıca, kadına şiddeti önlemeyi amaçlayan bir kanun da 8 Mart 2012 günü TBMM’de oybirliği ile kabul edilmişti.

6284 sayılı bu kanun 20 Mart 2012 tarihinde yürürlüğe girmişti.

Bu kanunun çıkarılmasında, kısa adı KADEM olan “Kadın ve Demokrasi Derneği”, “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”, “Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı” gibi kuruluşların büyük mücadelesi oldukça etkili olmuştur.

Ama yine de kadına şiddetin ve kadın cinayetlerinin önüne geçilememiştir.

İşte İstanbul Sözleşmesi’nin asıl amacı, hem uluslararası düzeyde hem de ülke düzeyinde daha etkin politikalar geliştirmeyi amaçlayan genel bir sözleşmedir.

Ve de “namus”un kadın üzerinden tanımlandığı ülkemizde bu sözleşme daha da bir önem kazanmıştır.

Çünkü bu sözleşmeye yapılan itiraz, erkek egemen kültürün zihinsel bir alt yapı ürünüdür. İşte asıl sorun, bu zihinsel yapının değişip değişemeyeceğidir.