SENE 1970… LİSEDE BİLDİRİ DAĞITANLAR VAR…

15-18 Aralık 1969’da yapılan TÖS boykotu sonrası okulumuza döndük. Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ve İlk-Sen'in ortaklaşa düzenledikleri 4 günlük öğretmen boykotu nedeniyle dönemin Hükümet’i, TRT'ye yayın yasağı koymuştu.

Yıldırım Koç, o günleri anlattığı “TÖS’ün Genel Grevi (1969)” başlıklı yazısında şunları söylemektedir. (Aydınlık Gazetesi 24 Aralık 2011)

“Dört günlük Büyük Öğretmen Boykotu’na 109 bin öğretmen katıldı. Bunların 88 bini bu eyleme dört gün süreyle katılırken, 12.100’ü ilk gün katılmayıp, daha sonraki üç gün eylemdeydi. 9.500 öğretmen ise birinci gün boykota katılmasına karşın, diğer günler eylemde yoktu. Boykota hiç katılmayan öğretmen sayısı ise 47 bindi.

Eyleme katıldıkları için 50.300 öğretmen hakkında kovuşturmaya gidildi. Bunların 19.250’si takipsizlikle sonuçlandı. 2.118 öğretmen açığa alındı. 65 öğretmen bakanlık emrine alındı. 45.520 öğretmene maaş kesimi cezası, 3.900 öğretmene kıdem indirimi cezası verildi. 590 öğretmen bir başka ile sürgün edildi. 6.600 öğretmen ise il içinde bir başka yere atandı. 400 müdür görevden alındı. 1200 öğretmene derece indirme cezası verildi. 11 kişi ihraç edildi.

TÖS, boykot nedeniyle açığa alınan veya görevden el çektirilen öğretmenlerin ücretlerini ödedi.”

Bizleri ise neler bekleyebilirdi ki? İdareye çağrılmaktan başlayan ve disipline giden bir sürece hazırdık.

İlk hayal kırıklığını “Gözlerimin içine bakın, ne demek istediğimi anlayın…” diyen sevgili Hocamız İhsan Bey’den yaşamıştık…

“Asık bir suratla ben ne dedim size?” diyerek sitemlerini gönderdi. Boykot günlerinin müfredat defterine baktık ki ne görelim? O günlere rastlayan derslerini yapılmış gibi işlemiş ve imzalamıştı.

Göz okumada ne denli acemi olduğumuzu anlayıp, kahrettik.

Ama asıl beklenen hamle okul idaresindendi ve bizi ne idareye çağırdılar, ne bir fırça, ne bir fiske! Disiplinin adı yok…

İdareden baskı ve ceza beklerken en güvendiğimiz İhsan Hoca bizleri kalben yıkmıştı.

Kalben yıkılsak da fikren ayaktaydık. Kenan, Umut ve ben fakir üçlü toplantı yaparak ülke gündemini masaya yatırdık. Hemen her fırsatta ülke gündeminde yaşanan olayları tartışıyorduk.

Bu arada zaman aktı geçti ve yarıyıl tatili geldi çattı. Üniversitelerde yaşanan boykotlar ve öğrencilere yapılan baskıcı davranışlar bizlerin hararetini yükseltiyordu.

Bu böyle gitmezdi… Öyleyse okuldaki devrimcileri toplantıya çağırarak çoğalmaya karar verdik. Bu işi bildiri dağıtarak yapacaktık. Ama bildiriyi nasıl bastıracak veya çoğaltacaktık.

Günümüzde bu iş çocuk oyuncağından daha kolay... 1970 Türkiye’sine fotokopi makinesi diye bir teknoloji olmadığını sizlere hatırlatmam lazım.   O yıllarda parti, sendika ve derneklerin teksir makinesi ile bildirilerini çoğalttıklarını biliyorduk, bilmesine de bizim öyle bir olanağımız yoktu ki… Ayrıca bu iş şimdilik gizliydi. 

İşte bu noktada bir gazetede geceleri çalışan, gündüz okula gelen Cemalettin geldi aklımıza. Kenan’ın sıra arkadaşıydı. Ona söylesek nasıl olurdu? Sırrımızı ele verir miydi?

Bu görüşmeyi Kenan üstlendi. Bu arada Kenan bildiri metnini hazırlayıp getirdi. Bildiri ülkenin nasıl sıkıntılarda olduğunu kısaca anlattıktan sonra arkadaşlarımızı Cumartesi günü saat 14.00’de Yenikapı’daki Yakamoz Çay Bahçesi’nde toplantıya çağırıyorduk. İmza… “Liseli Devrimciler”…

Anlaştığımız gün Cemalettin, bildirileri basılmış, paketlenmiş olarak getirdi. Nice parti, sendika ve dernek bildirilerini teksir makinesi ile çoğaltırken biz “liseli devrimciler” olarak ofset makinede basılmış bir bildiriye sahiptik!

Sıra geldi bildirilerin dağıtılmasına… Pertevniyal Lisesi, caddedeki ana bina ile bahçede yapılan yeni bina olmak üzere iki parçalıydı. Biz ise üç kişiydik. Bahçedeki yeni bina büyük ve dört katlı, caddedeki eski bina ise iki katlıydı. Paylaşma kolay oldu. Ben fakir caddedeki iki katlı binayı alırken, Kenan ve Umur dört katlı binayı ikişer kat olarak bölüştüler. Dağıtımını ise 20 dakikalık uzun teneffüste yapacaktık.

Ancak eylemin bir hamle sonrasını arkadaşlar ile görüştüm. Eğer yakalanırsak idareye ortak ifade verecektik. O da şu… “Bu bildirileri bize okulun kapısında tanımadığımız bir adam verdi. Biz de dağıttık… Başka bir şey bilmiyoruz…”

Bildiri dağıtımı planladığımız gibi başarıyla yapıldı. Kalanları ise öğleden sonra gelenlere okul çıkışında dağıtacaktık.

Gözlerimizle konuşup anlaşarak yerlerimize oturduk. Biraz sonra Felsefe öğretmenimiz Şükriye Tütengil sınıfa girdi. Şükriye Hanım, 1980 darbe sürecinde evinin kapısında öldürülen ve katili hâlâ faili meçhul olan Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’in eşiydi. Ayrıca okulun Disiplin Kurulu üyesiydi. 

Şükriye öğretmenin sinirli adımlarla volta atması ve bir türlü derse başlamaması sınıfta gerginlik yaratmıştı. Önlüğünün cebinden bizim bildirilerden birini çıkarıp büyük bir öfkeyle haykırdı.

“Siz kim oluyorsunuz? Kimsiniz ki siz?

Bildiriyi elinde sallayarak bağırıyordu.

“Daha reşit bile değilsiniz… Ben de geleceğim o gün, bakalım ne konuşacaksınız? Size mi kaldı memleket meselelerini konuşmak? Ha…” derken kapı sert bir hamleyle açıldı.

Bu bir baskındı. Baş Muavin Kadri Bey, diğer muavin Azmi Bey sınıfa girdiler. Geleneksel bir şekilde herkes ayağa kalktı.

Kadri Bey, “Çıkarın bildirileri…” diye bağırdı.

Görünen o ki idare tarafından biliniyorduk. Uzunca bir sessizlik oldu…

Ayağa kalkıp, pantolonumun arka cebine dörde katlayarak koyduğum bildiriyi çıkardım. Sıranın üstünde kat izlerini ütülemeye çalışarak uzattım.

Kadri Bey, “Hepsini çıkar… “ dedi… Şükriye Hanım ile Azmi Bey’in gözleri üzerimdeydi.

“Hocam, bana bir tane verdiler…” diyerek yerime oturdum.

Kadri Bey, Kenan ve Umur’u işaret ederek, “Sen ve sen çıkın…” dedi…

Bahçedeki yeni binada bildiri dağıtan iki arkadaş tespit edilmişti. Kenan ile Umur’u alıp gittiler. Demek ki eski binada beni gören öğretmen olmamıştı.

Uzunca bir sessizlikten sonra Şükriye Hanım gönülsüz bir ses tonuyla dersine başladı. Ama ne yapsam dediklerini dinleyemiyordum. Aklım idareye götürülen Kenan ile Umur’daydı. Ders ise bitmek bilmiyordu.

Teneffüs zili çalar çalmaz koridora fırladım.

Sonuç… Kurguladığım ortak ifadeyi vermişlerdi… “Bu bildirileri bize sabah okulun kapısında bir adam verdi. Biz de dağıttık… Başka bir şey bilmiyoruz…”

Ülkede teksir makinesiyle bildiri dağıtılırken, ofset baskı bildirileri, bizim gibi tıfıl liselilerin yaptırabileceği kimin aklına gelirdi ki?

Son dersten sonra bildiri paketlerini Kenan’ın sırasının gözünden alıp okulun bahçesindeki çöp tankına attık. Öğleden sonra bildiri işi imkânsızdı.

Bir de baktım ki bahçe kapısının köşesindeki simitçinin arkasında siyah pardösü, gözünde güneş gözlükleri, başında fötr şapka ile Kadri Bey öğlenciler için birilerine bildiri verecek o adamı kolluyordu!

Manzarayı Kenan ile Umur’a gösterdim… Bizi bir gülmedir aldı… Bir taraftan da “Yürüyün görecek de anlayacak her şeyi…” diyerek kalabalığa karıştık.

Aradan yıllar geçti. ABD’nin “Bizim çocuklar” diye sıfatlandırdığı tiplere yaptırılan 12 Eylül 1980 darbesi bütün dehşet ve vahşetiyle çöktü ülkenin üstüne.

Bir on yıl daha geçti… Geldik 1990’lı yılların başlarına… Bir akşam haberlerde İstanbul’da galiba Kartal’da bir lisede okulun duvarlarına yazı yazan çocukları okul müdürünün polise ihbar ederek yakalattığını izledim.

1970 ile 1990 arasında ışık hızıyla gidip gelen bir sarkaca dönmüştüm. Gözlerim ekranda okuldan polislerce götürülen liseli gençlerdeydi. Ama aklım 1970’in İstanbul’una Pertevniyal Lisesi’ne gitmişti.

Okul Müdürümüz Ahmet Dinç, Baş Muavin Kadri Sülün… TÖS boykotuna katılan ve günlerce sokaklarda gösteri yapan liseli gençlere ne fiske vurmuşlar, ne disipline vermişlerdi. Onlar idari konumları gereği bu boykota katılamasalar da demek ki fikren ve kalben boykotu destekleyen öğretmenlerdi.

Okulda bildiri bastırıp dağıtan delifişek gençlere ne fiske vurulmuş, ne disipline verilmişti. Ya şimdi, yani haberlerde izlediğim şeyler ne acı bir olaydı. Bir okul müdürü, okulun duvarına yazı yazan gençleri terörist diye polise ihbar ediyordu. Hâlbuki o duvarı o gençlere temizce boyatıp işe polisi filan katmadan çözmek ne babacan bir yoldu. Bizlere bir şeyler oluyordu.

Bizim öğretmenlerimiz Mustafa Kemal’in öğretmenleriydi de ya bu ve bunun gibiler hangi anlayışın öğretmen ve idarecileriydi acaba?

Birkaç gün sonra gazetede Pertevniyal Eğitim Vakfı’nın kurulduğunu okudum. Vakıf Müdürlüğüne ise bizim dönemin Baş Muavini Kadri Hoca getirilmişti.

Okulda yapılacak pilav günü ise bana düğün bayram oldu. Sabah okula gider gitmez öğretmenlerimi bulup ellerini öptüm. Kadri Hoca sevecen bir ifadeyle beni süzerken, “Hocam sizler olmasaydınız biz belki de liseyi bile zor bitirirdik…” derken, O “Ne demek sizler bizim gözbebeklerimizsiniz…” diyordu… Sesinde hüzün kırıkları…

Okulda bildiri dağıtmanın perde arkasını hiç anlatmadım.

Sonsuz âleme göçen öğretmenlerime Tanrı’dan rahmet, yaşayanlara sağlıklı nice yıllar diliyorum.

Sevgili öğretmenlerim… Tam Bağımsız Türkiye sevdasıyla çıktığımız yolda, “Ya İstiklâl, Ya Ölüm” şiarıyla yürümeye devam ediyoruz. Sizleri istemeden üzüp kırmış isek bağışlayın bizleri…