Paraya sıkışınca eski defterleri kurcalamak gelenektir. Yazının eski defteri ise çocukluğudur. Günün kökleri, yarının sürgünleri hep o zamanlarda, çocukluktadır. Dedik ve girdik yazıya…

İşte çocukluk katlarındayız zamanın…

İstanbul… Oruçgazi İlkokulu…

Bize hafta sonları filmler gösterilirdi. Muhsin Ertuğrul’un Bir Millet Uyanıyor… Charlie Chaplin’in sessiz sinema örnekleri…

Veremle Savaş Haftası’ndaysak eğer, film öncesi veremle mücadele belgeselleri…

O hain verem mikrobu yok mu? Bir yerlerden bulaşmıştır bize ve sinsi, sinsi dolaşır kanımızda…

Ne zaman kötü ve yetersiz beslenerek zayıf düşersek, o sinsi mikrop çok sevdiği akciğerlerimize çökerek bizi hasta ederdi.

Sarkaç savruluyor… “Biz 88 kuşağı, kucağımızda bulduk Kürt sorunu, Türban sorununu…”

Kürt Sorunu’nun, 1968 ve 78 kuşaklarına taşıyıcı annelik yaptırılarak bugünlere geldiğimizin farkında değildik bunları söylerken. Kucağımızda bulduğumuz “sorunların” babasının meçhul, anasının emperyalizm olduğunu ise bir türlü göremiyorduk.

Yaşı geçkin emperyal ana, döllenen yumurtalarının rahatça gelişebilmesi için taşıyıcı anneler bulmakta hiç zorlanmamıştır.

Verem mikrobu nasıl sağlıklı bünyede hastalık üretemez ise Kürt Sorunu, Türban Sorunu ve hatta Ermeni Soykırımı, Dersim Soykırım'ının da sahne alabilmesi için o ülkenin zayıf düşürülmesi birinci şarttır.

24 Ocak 1980 ekonomik kararları emperyalizmin dayatmalarıyla köşeye sıkıştırılan bir ülkeye içirilen zehirdir. Şifa niyetine sunuldu ancak… 70 sente muhtaç olmuştuk… Ne yapabilirdik ki?

Aslında yapacak çok şeyimiz vardı. Mustafa Kemal'in "Milli İktisat"  programı... Ama...

Köşeye sıkıştırılma bağlamında 1 Mayıs 1977, Maraş ve Çorum olayları başta olmak üzere yapılan tertipler burada hatırlanmalıdır. Toplum, psikolojik olarak baskılanarak darbeye hazırlanmıştır.

Türkiye ekonomisi, küresel şirketler tarafından teslim alınmaya başlayacak, özelleşerek güzelleşecektir ülke! Zaman içinde öyle güzelleşecektik ki, bizi her gören ıslık çalacaktır...

Derken bir sabah erken 12 Eylül 1980’di tarihler, ABD’nin “bizim çocuklar” diye kıvandığı generaller darbesiyle uyanmıştır Türkiye…

Darbenin başı Kenan Evren hatıralarında darbe kararının 1977’de alındığını ancak “şartların olgunlaşmasını beklediklerini” söyleyerek tarihi bir olguya açıklık getirmiştir.

Sağ-sol çatışmaları, suikastlar, taranan kahvehaneler…  1 Mayıs 1977 olayları… Maraş ve Çorum derken şartlar olgunlaşmış (!) ve düğmeye basılmıştır. Ham meyve hormon enjekte edilerek olgunlaştırılmıştır.

Toplumun getirildiği, “Şu akan kan dursun da ne olursa olsun…” noktası olgunlaşan şartların öteki yüzüdür.

Silahlı örgüt kurarak mevcut düzeni “tağyir, tebdil ve ilga” edeceği söylenen örgütlerin ise neredeyse çoğu 11 Eylül 1980’den 13 Eylül 1980’e geçildiğinde derdest edilmiştir. Kaçabilen yurtdışına gitmiş, kalan da öyle veya böyle yakalanmıştır.

24 Ocak 1980 kararlarının mimarı, dönemim hem DPT Müsteşarı, hem de Başbakanlık Müsteşarı olan Turgut Özal, 12 Eylül darbesinden sonra Başbakan Yardımcısı olarak ekonominin dümenindedir. O kararları imzalayan Başbakan mı dediniz? Özal makam, mevki sahibiyken, Başbakan Zincirbozan'ın taşlı yollarında volta atmaktadır.

Daha sonra Türkiye’nin en uzun süre Dışişleri Bakanlığı yapmış siyasetçilerinden İhsan Sabri Çağlayangil CIA için, “Bizim altımızı oymuşlar da haberimiz olmamış…” diyerek bir gerçeğin altını samimiyetle çizmiştir.

1983 yılında kendini “Devlet Başkanı” ilan eden Kenan Evren, Danışma Meclisi’nin kapanmasını fırsat bilerek Milli Birlik Konseyi’nden iki tane kanun kuvvetinde kararname çıkarmıştır.

2011_de ise “Kanun Kuvvetinde Kararname” çıkarma yetkisini kendisine veren bir iktidar olduğunu hatırlayıp sürdürelim yazımızı… Yazıyı sürdürmesine sürdürelim de, günümüzde iktidarın KHK'leri, TBMM çalışırken bile bu yetkiyi kullanmakta ısrarcı olduklarının  ve işlerine geldiği zaman "milletin iradesi"ni bayrak yaptıklarının, işlerine gelmeyince de Meclis'i yok saydıklarının altının defalarca çizilmesi gereğini de hiç unutmayalım.

Sayın Evren bu Kararnamelerin yasalaşmasını 1983 Kasım’ında seçilerek iktidara gelecek partiye bırakmıştır. Ancak Evren’in kurdurduğu parti seçimlerde gele zar atınca, Turgut Özal’ın kurduğu ANAP iktidar olmuştur.

ANAP Hükümeti’nin Bakanlar Kurulu bu kararnamelerin ilki olan KKTC’nin tanınmasını onaylamıştır. Ancak, Türkiye’nin on iki eyalete bölünmesini öngören ikinci kararname, “Halkın infialini kazandırır” gerekçesiyle, uykuya yatırılmıştır. Ne zamana kadar mı? Tabii şartlar olgunlaşana kadar…

Federasyon için ilk uyandırma hamlesi…

1991 yılında Cumhurbaşkanı olan Özal, gerekli alt yapının kendince hazır olduğuna inanarak, Kürt varlığını tanıdığını ilan etmiş ve “Federasyon dâhil her konu tartışılmalıdır” demiştir.

Kanla, irfanla, devrimle kurulan bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin federasyona dönüştürülerek yıkılması için kervan bir ileri,  iki geri yola çıkmıştır.

Federasyon kervanının tek koldan ilerlediğini düşünenler yanılacaktır. Niye mi?

Aynı tarihte Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olan R. Tayyip Erdoğan, Necmettin Erbakan’a sunulmak üzere, Mehmet Bilginer’e bir “Kürt Raporu” hazırlatmıştır.

Figen Özen bu Rapor’u “Büyük Abi” adlı yazı dizisinin 31’inci bölümünde şöyle yorumlamaktadır.

“Bu Rapor, her ne kadar RP’nin oylarını Güneydoğu’daki oylarını arttırmak niyetiyle hazırlanmış ise de, Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kullanılarak, Cumhuriyet’in ve Devlet’in ele geçirilmek amacını güttüğü açıkça görülmektedir.

Rapor’un 2. Madde’si son derece dikkat çekicidir.

‘Türkiye’de 75 yıldan beridir resmi ideolojinin Kürt inkârcı, asimilasyoncu, baskıcı davrandığını açık seçik söylemeli ve resmi ideolojiyi yüksek sesle sorgulayabilmeliyiz.’

Ayrıca Erdoğan, Erbakan’a sunduğu Kürt Raporu’nda ‘Ana dilde eğitim ve Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu’daki belediyelerde Kürtçenin serbestçe konuşulması’ gereğini de savunmuştur.”

Eski CIA Başkanı Graham Fuller’in 1995_de yaptığı kehanet midir? “Yugoslavya parçalanacak, Irak işgal edilecek, TÜRKİYE BÖLÜNECEKTİR.”

(SÜRECEK)