Nazım Hikmet rüzgârı…
O yıllarda Dil Tarih koridorlarında Bursa Hapishanesi’nden gelen bir rüzgâr esmeye başlamıştır. Sözü yine İlhan Başgöz’e bırakalım. “Nazım Hikmet, ilk şiirlerindeki soyut, ideolojik havayı bırakmış, “Memleketimden İnsan Manzaraları”na eğilmişti. Her gelen şiiri ezberliyor, dikkatle kopya ederek saklıyorduk”.
Enver Gökçe’de Nazım şoku…
Nazım’ın şiirlerinin Enver Gökçe’yi “şaşırttığını” söyleyen İlhan Başgöz, “güveninin sarsıldığını, uzun zaman şiir yazamadığını” ifade eder. Enver Gökçe, “Usta her şeyin iyisini söylemiş, başka ne yazılır artık?” demektedir.
Enver Gökçe’nin Nazım anaforundan, hissettiği eziklikten çıkmasını sağlayanın ise “Dede Korkut” olduğunu söyler İlhan Başgöz. Bunda askerden dönen ve Halk Edebiyatı derslerine başlayan Pertev Naili Boratav’ın da etkisi vardır.
Bu dönemde Enver ve İlhan masallar derlemeye başlarlar. Fakültede bir halk edebiyatı arşivi oluşmaktadır. Enver Gökçe, “bir sanatçı sezgisiyle masallardaki yinelemelerin, iç uyakların, arı Türkçenin ve bir destan soluğu içinde verilen yalın insani duyguların tadına” varmıştır.
İlhan Başgöz, Enver Gökçe’nin halk şiirinden Divan şiirine, Nazım’dan Dede Korkut’a uzanan bileşimi 1943’de tutturduğunu söyler. “Şiir yükü yoğun sözcükler seçmede, bunları dizelemede, desteklemede Enver bu geleneklerin hepsinden fayda gördü. Daha 23 yaşındaydı. Verimli şiir yazma yolları ancak yedi yıl sürdü.”
Çünkü sanatını daha da geliştireceği, en olgun çağında tutukluluk, hapisler ve sürgün yılları başlamıştır.
İlhan Başgöz şu yorumu yapar, “Çileli hayat ve hapislik Enver’in yalnız yaşamının değil, şiir ve sanatçı hayatının da sonu oldu. Onun 1960’dan sonra yazdığı şiirleri ve söylediklerini okudum. Hiç biri Enver değil bunların. Çalışamayan, okuyamayan ve en kötüsü artık düşünemeyen bir adamın kesik-kesik sözleri bunlar. Enver’i genç yaşta budadılar.”
Burada Mehmet Kemal’in “Acılı Kuşak” ifadesinde kelimelerin ne kadar kifayetsiz kaldığı görülecektir. 
1949’da Ayrılan yollar…
1949’da Enver Gökçe İstanbul’a, İlhan Başgöz ise öğretmen olarak atandığı Tokat’a gider.
İlhan Başgöz’ün Enver Gökçe ile yeniden karşılaşması 1953 yılında İstanbul’da Emniyet Müdürlüğü’nün bulunduğu Sansaryan Han’ında olacaktır. Ama nasıl?
Sansaryan Han’ın üç numaralı odasının duvar yazılarında. İlhan, el yazısından tanır Enver’i…
“Yüce dağ başında bir koca kartal / Açmış kanadını dünyayı örter / Bazı yiğit vardır ölümden korkar / Ben korkmam ölümden, er geç yolumdur.”
Öğrencilik yıllarında birbirlerinin evlerine gittiklerinde kapıyı çaldıkları bir vuruş vardır. Aruzdaki failâtün kalıbı… Bir uzun, bir kısa ve iki uzun…
Kapıyı “failâtün” ile vuran İlhan Başgöz biraz sonra 12 numaralı kapı, aynı ölçüyle vurulduğunda Enver Gökçe’nin de orada olduğunu anlar.
1951 Tevkifatı…
Sevim Tarı’nın İstanbul’da Marsilya’ya gidecek gemiye binerken gözaltına alınıp Sirkeci’deki Sansaryan Han’a getirilmesiyle “51 Tevkifatı” denilen TKP’ye yönelik büyük operasyon başlamıştır. Türkiye Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi üyeleri; Dr. Şefik Hüsnü Değmer, Zeki Baştımar, Reşat Fuat Baraner, Mehmet Bozışık, Halil Yalçınkaya ve Mihri Belli ardı ardına tutuklanmışlardır.
İki yıl süren sorgulama ve soruşturmadan sonra bir yıl süren dava 17 Ekim 1954 tarihinde bitmiştir.
Dava sonunda 118 kişi on yıl ile bir yıl arasında hapis cezası, ilaveten üç ile bir yıl arasında sürgün cezasına çarptırılmıştır.
1951 Tevkifatı’nda yargılananlar arasında 17 de kadın bulunmaktadır. Sevim Tarı (Belli), Behice Hatko (Boran), Nuran Bozer (Akşit), Sevinç Tanık (Özgüner), Melahat Türksal, Sıdıka Umu (Su), Mübeccel Kıray, Gülören Özdemir, Zehra Kosova, Tevhide Göloğlu, Selma Ertekin, Naciye Buğday, Merih Demirkan (Vedat Türkali’nin eşi), Solmaz (Görkmen) Berktay, Yıldız Baştımar, Nuran Ertan, Muzaffer Eren.
Davada yer alan isimler arasında edebiyat dünyası ile siyasi yaşamda sonradan adlarını duyacağımız şu isimler de bulunmaktadır.
Enver Gökçe, Mübeccel Kıray, Arif Damar, Ruhi Su, İlhan Başgöz, Orhan Suda, Halim Spatar, Behice Boran, Şükran Kurdakul, Nejat Özön, Vedat Türkali (Abdülkadir Demirkan), Ahmet Arif, Arslan Kaynardağ, Kemal Bekir, Muzaffer Arabul, Selçuk Uraz, Sadun Aren…
Enver Gökçe, yedi yıllık cezasını Adana Cezaevi’nde tamamladıktan sonra sürgünü geçireceği Çorum'un Sungurlu kasabasına gelir. Kendi kaleme aldığı hayat hikâyesinde şunları anlatmaktadır.
“Her gün Sungurlunun bir karakolunda ispat-ı vücut ediyorduk, kendimizi gösteriyor ve imza atıyorduk. Kalacak yerimiz yoktu, iş yoktu. Hâlimiz Allaha kalmıştı. Böylece sürgünümüz devam etti.
Neden sonra oradan başka bir yere, iş bulabileceğim bir yere naklimi yaptırmayı istedim. O zaman Sungurlu mahkemesine başvurarak Ankara'ya naklimi istedim. Böylece sürgünün bir kısmı Ankara'da geçti.”
Türkiye 27 Mayıs 1960’a giderken Enver Gökçe İstanbul’dadır.
“Süleyman Ege ile İstanbul sokaklarını, Beyazıt'ı karış karış her gün gezer dolaşırdık. Adnan Menderes'e karşı yürütülen miting ve gösterileri izlerdik. İşte tam bu sırada yani 28-29 Nisan’da Beyazıt'ta bir takım gösteriler yapıldı. Aynı gün de Turan Emeksiz'in öldüğü yahut ta ertesi gün Beyazıt Meydanı hınca hınç doluydu. "Turan Emeksiz" adlı şiirim bu devrede yazılmıştır.”
Gelişen olaylardan korkan dönemin yöneticileri bir tutuklama listesi yaparlar. Listede Enver Gökçe de vardır. Tutuklanır. Kendi istedikleri ama sıkıyönetim dışında herhangi bir bölgeye gitmeleri istenir. (İstanbul, Ankara, İzmir) Enver Gökçe memleketi olan Erzincan’ı seçer. Köyüne zorlukla ulaşır. 27 Mayıs devrimi olunca özgürlüğüne kavuşur. İkinci sürgünü kısa geçmiştir.
Yaşam kavgası bütün dehşetiyle devam etmektedir. Düzenli bir işte çalışması nerede ise hiç mümkün olmamıştır. Örneğin Yaşar Kemal aracılığı ile iş bulduğu Meydan Laros’tan “sakıncalı” olduğu için çıkartılır.
Artık kış aylarını memleketinde yazarları ise İstanbul, Ankara, İzmir’de geçirmektedir. Ve giderek sağlığı bozulmaktadır. Romatizma hastalığı ona uzun tutukluluk günlerinin armağanıdır.
1977’de kaleme aldığı yaşam öyküsünde şunları söyler.
“Şimdi benim yapmak istediğim bir iş var. 1951 Tevkifâtını yazmak. Eğer sağlığım el verirse, ömrüm vefa ederse, “1951 Tevkifatının destanını yazacağım. Bunun için kafamda bazı tasarılarım vardır. Eğer bu işi başarabilirsem çok mutlu olurum.”
Ama ömrü yetmeyecektir. 19 Kasım 1981’de Ankara’da sonsuzluğa göçer.