Diğer taraftan ülkede ilaç endüstrisi de yok denecek durumdaydı. İlaçların çoğu, dış ülkelerden gelmekteydi. Daha savaşın başlangıcında iyod sıkıntısı baş gösterdi. Bu nedenle tentürdiyot kullanılmasında çok titiz davranılması emredilmiştir.

Hasta ve Yaralıların Tedavi ve Tahliye Yöntemleri:

İngiliz ve Fransız donanmasının gerek 3 Kasım 1914, 19 Şubat ve 25 Şubat 1915’te Boğaz’ın giriş tabyalarına yaptığı bombardımanlar sırasında, gerekse bunu izleyen ve Boğaz içinde geçen deniz muharebesinde yaralanan ve hastalanarak mevzi gerisine alınması gereken erlerin tedavileri, yaralı yuvalarında yapılıyordu.

Burada yapılan ilk tedavilerinden sonra, ya tekrar cepheye gönderiliyor veya taburlara açılmış olan kıta sargı yerinden gönderiliyordu. Kıta sargı yerlerinden geriye sevk edilecek olanlar, hafif yaralı toplama yerlerine, yarası ağır olanlar araba durak yerlerine gönderiliyor, buradan da tümen sıhhiye bölüklerince açılan büyük sargı yerine götürülüyordu. Büyük Sargı Yerleri Kerevizdere, Kenker Deresi, Soğanlıdere ve Havuzlar Deresi ile Kurucedere ve Metikde de bölgelerinde açılmıştı

Tümen sıhhiye bölükleri, gelen yaralı ve hastaların tedavisini ve hatta ameliyatını yapmakta, gerekenleri ve yatak mevcudundan fazla olanları, seyyar hastanelere yollamaktaydı. Tümen sıhhiye bölüklerinde hasta taşıma aracı olmadığından, yaralı ve hastaların muharebe alanı gerisindeki sağlık teşkillerine veya hastanelere nakilleri için, hasta nakliye arabalarından veya erzak, cephane getiren nakliye kollarından yararlanılmaktaydı.

Savaşın ilk günlerinden itibaren bazı birlikler Çanakkale harekat alanına kaydırılmış, mevcut sıhhiye teşkilleri takviye edilmiş revirlerin yatak adedi artırılmıştır.

ÇANAKKALE SAVAŞLARI VE ASKERLİK:

Edirne’de askerlik yapan Hüseyin oğlu Halil Çanakkale’ye sevk edildi. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün 27. Alayında görev yaptı, Seddülbahir ve Arıburnu’nda savaştı.

HALİL HELVACI ANLATIYOR:

KANLI DERE

Gündüzleri hava kararıncaya kadar savaşıyoruz, fırsat buldukça ateş ediyoruz, atılan top mermileri nedeniyle adeta siperlere çakılmış gibiyiz, ama geceleri sakin, çoğu zaman hiç ateş edilmeden sabah oluyor. Yine sakin bir akşam yine siperlerdeyim. Birden susadığımı hissettim matarama uzandım boştu, suyum bitmişti. On metre yanımdaki aynı siperde görev yaptığımız arkadaşım Efe Mehmet’e seslendim.

-Hey! Efe suyun var mı.?

-Yok valla Halil Onbaşım, biraz önce hepsini bitirdim.

Sağa sola bakınarak yutkundum öyle de susamıştım ki.

Efe Mehmet devam etti.

-Onbaşım, onbaşım.

gece, şu arkamızdaki tepenin ardına su dökmeye gitmiştim. Orada su sesi duydum, galiba dere var. Halil Helvacı

Olabilirdi, birkaç gün önce şiddetli bir yağmur yağmıştı, kuru derelerden bile su akıyor olabilirdi. Bizim çevremizi incelemeye hiç zamanımız olmuyordu ki. Tüfeğimi namlusu aşağı gelecek şekilde sırtıma çapraz asıp hazırlandım. Efe Mehmet’in matarasını da alıp ardımızdaki tepeye doğru süzüldüm. Çalılıkları aşıp aşağılara doğru yürüdüm. Efe Mehmet haklıydı şırıl şırıl akan küçük bir dere vardı. Önümde küçük bir gölcük belirdi, ay yükselmiş gölcüğü pırıl pırıl parlatmıştı. Mendilimi çıkarıp suyun üzerine serdim ve eğilip kana kana içtim. Mataraları doldurup hemen geri döndüm aklım derede kalmıştı. Aynı bizim Geyikli’deki, Derebağa benziyordu. Sabaha kadar Efe Mehmet ile dertleşip memleketlerimizi, yakınlarımızı konuştuk. Gün ağarırken Efe Mehmet endişeli bir şekilde bana bakıp

-Halil Onbaşım! Halil Onbaşım! Ağzının etrafı kan içinde. Yaralandın mı? Yoksa

-Seninki de diyebildim.

aklım başıma geldi. Tüfeğimi alıp koşmaya başladım. Tepeyi aşıp akşam su içtiğim gölcüğü buldum. Kıpkırmızıydı. İçim kalktı, gözlerim karardı, kendime geldiğimde güneş yükselmişti.

(SÜRECEK)