“Kapitalist pazarın işleyişi içinde üste para alarak/vererek kitap çıkarma konusundaki düşüncenizi yazar mısınız?”

Bu sorunun yanıtını vermek için 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yaşanan ve/veya yaşatılanları anlamamız gerekir.

Sistem, kültürü ve sanatı denetim altında tutabilmek için toplumun, halkın sorunlarını ifade eden çalışmaları “ideolojik” oldukları gerekçesiyle ötelerken, insanı ve kendisini bir fanusa kapatan, ithal bunalımlar takınan, toplumun gerçekliğinden kopuk üretimleri ödüllendirme yoluna gitmiştir.

Sanatın er meydanı olan dergiler ekonomik imkânsızlıklar sebebiyle kapanırken holding dergileri eliyle sanat dünyası denetlenir olmuştur. Bu kıskaca bir de holding yayınevleri eklenince toplumun kendisini ifade edeceği alanın kuşatması tamamlanmıştır.

Üretilen eserler toplumun derdine, insanın gönül teline değinmeyince ister istemez de kitap satışları, özellikle şiir kitaplarının satışları dibe vurmuştur.

Sistem, halkın hangi kitapları okuması gerektiğini reklamlar marifetiyle topluma dayatırken gazetelerin kitap ekleri reklam silahıyla teslim alınmıştır. Bir Elif Şafak romanından örnek verirsek, üç ayrı gazetenin kitap ekinde aynı anda o roman üzerine yazılar yayımlanırken yan sayfadaki reklam, bakıp da görene her şeyi yeterince açık anlatmaktadır.

Yayınevlerinin neredeyse tamamı artık şiir kitabı basmayı kendi takvimlerinden çıkarmışlardır. Bir Ankara gezimde Dost Kitapevinin şiir kitaplarına ayırdığı yeri görünce için acımıştı. Tanınmış şairlerden bir yelpaze dışında şiir kitabı yoktu o küçücük raflarda. Kitapevi bir ticari işletme olduğundan satamayacağı kitapları kendi raflarında sergilemesi beklenemez. Ama burada ürün ile okur arasındaki iletişim kanalları olan dergilerin devre dışına itilmesi, ürünlerin toplumun gerçekliğinden uzaklaşması ile edebiyat dünyası kendi ayağına kurşun sıkmış durumda olması hatırlanmalıdır. Kendim ettim kendim buldum…

Antalya Sanatçılar Derneği tarafından 30-31 Mayıs 2014 tarihlerinde düzenlenen 13. Akdeniz Şiir Günleri kapsamında “Dergilerde Şiir ve Şiir Dergileri” konulu Sempozyumda sunduğum bildirinin başlığı “Elmanın kurdu da kendine be usta” idi.

İşte bu süreçte yepyeni bir yayınevi türü piyasaya çıktı. Kitaplarını bastıramayalar ile bu işi üstlenen bazı uyanık girişimciler arasında arz/talep çakışması yaşandı. “Bul karayı al parayı” misali “Bas parayı al kitabı” bir yapı oluştu ve yaygınlaştı. Bu yeni oluşum da kendi içinde alt başlıklarla çeşitlendi.

Birinci gurup parayı alıp kitabı basıyor ve örneğin 1.000 adet kitabı yazarına vererek yeni siparişler beklemektedir. İkinci gurup ise aldığı ücret karşılığı bir miktar kitabı yazarına verirken kalan kitapları sıfır maliyetle satarak kârına kâr katmaktadır.

Basılan kitapların dili konusunda konuşmak ise yaşanan trajedinin bir başka boyutudur. Kitaba baktığınızda editörden redaktöre isimler olan kitabın arka kapağına veya önsözüne baktığınızda, dahi anlamına gelen de ve da’ların bile göremezden gelindiği bir dil seviyesi karşınıza çıkmaktadır. Sayfa tasarımındaki özensizlikten söz etmesek de olur.

Parasını verip de kitap bastıran için ise evin bir köşesinde Çin Seddi gibi bir duvar vardır artık. Kitapları bir kitapçıya rica minnet bıraksa bile o dükkâna gidip de “Filancanın kitabı var mı?” diye soracak bir okur kitlesi yoktur.

Yazar, kendi kitabını satmak için bazı derneklerde imza günü ve söyleşi düzenlense bile yapılacak satışların Çin Seddi’ni eritmesi mümkün değildir. Bu arada kendi kitabını omzuna vurup, örneğin Antalya gibi sayfiye şehirlerinde satmaya çalışanlar da görülmektedir. Bu satış tarzı eğer yapılabilirse yayınevine verilen paranın geri dönüşü için çıkar yol gibi görünmektedir. Örneğin kitabı kendiniz bastırıp da tanesini dört liraya mal etmişseniz ve on liraya satarsanız damlaya, damlaya göl olur misali verdiğiniz parayı geri anlamız mümkündür. Ama bu aktif pazarlama ne yazık ki herkesin tarzına uymamaktadır.

Burada yapılması gereken her ilde yazarların bir kooperatif çatısı altında örgütlenerek kitaplarını bastırmaları gibi görünse de kazın ayağı hiç de o kadar basit değildir. Kitabı kim basarsa bassın dağıtım şirketine giden kitapçı satamayacağı, yazarını toplumun bilmediği bir kitabı raflarına koymak istemez. Ticaretin dayanılmaz albenisi!

Çözüm ise medyasından yayın dünyasına halkın kendi iktidarını kurmak için örgütlenerek halkın iktidar olmasıdır. Bu ise bambaşka bir mayınlı arazidir.

Kültür ve sanat dünyasını ondan ürettiği kurda yediren bu sistem, siyasette de ona karşı çıkacak yapılara iç operasyonlar yaparak köpeksiz köyde değneksiz gezmektedir. Bu keşmekeşin, bu acımasız kuşatmanın sürgit devam edemeyeceği ise tarihin bir gerçekliğidir.