Gazetede Panayot Abacı’nın (23 Aralık 1923 – 27 Temmuz 2015) vefat haberini okuyunca zaman tünelinin dehlizlerine iniyorum.
Yıl 1972… İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi ile İstanbul Belediye Konservatuarı’nda öğrencilik, piyasada ise darbukacılık yaptığım yıllar. Bir de İstanbul Üniversite Korosu var… Şiir bir yeraltı nehri…
Korumuz aylık radyo programları yanında her yıl geleneksel iki konser verirdi. Yaz aylarında ise bir kez Validebağ Prevantoryumu’nda ve Bakırköy Akıl ve Ruh Hastalıkları Hastanesi’nde hastalara konser verdiğimizi hatırlıyorum. Şimdilerde bunlara sosyal proje diyorlar galiba…
Vefa Lisesi’nin 100. Kuruluş yıldönümünde okulun salonunda da bir konser vermiştik.
İşte o konserin birinci bölümünden sonra verilen arada sigara içmek için fuayeye çıktım. Arkadaşlarla laflarken Konservatuar Müdür Yardımcısı gözüme çarptı. Bizim hiçbir konserimizde görmediğimi belleğim altyazı olarak geçti.
Müdür Yardımcısı eliyle beni çağırıyordu. Etrafıma bakınarak görmezden gelmeye çalıştım. Elimde sigara ile yanına gitmek istemiyordum. Ama o ısrarla eliyle gelmem için çağırıyordu. Sigaramı arkadaşın birine verip yanına gittim.
“Neredesin sen? Bu hafta okula gelmedin…”
“Hocam, Akademi’de dersler çok sıkışıktı.”
“Bir hafta seni bekledim. Pazartesi sabahı 09.30’da darbukanı al ve Opera Bale Orkestrası’nda Panayot Abacı’yı bul…”
Şaşkınlıkla yüzüne bakıyorum. Yüzümde soru işaretleri… Darbuka ile Opera Bale Orkestrası arasında bağ kurmam mümkün değil.
Yüzümdeki soru işaretlerini gören Müdür Yardımcısı duruma açıklık getiriyor.
“Köçekçe Bale süiti için darbuka istemiş şef… İstanbul’da nota bilen darbukacı bulamamışlar. Konservatuarı aradılar. Ben de bir öğrenci var dedim. Pazartesi sabahı muhakkak git ve Panayot Abacı’yı bul…”
“Tamam Hocam…” diyerek yanından ayrıldım. Ardımdan sesleniyordu, “Unutma, git mutlaka…”
Pazartesi sabahı Akademi’deki derslerimi asarak Taksim’deki Opera Bale Orkestrası’na gittim. O yıllarda AKM 1970’de geçirdiği yangın sonrası tamirattaydı. Opera ve Bale Orkestrası Taksim’deki bir sinema salonunda etkinliklerini sürdürmeye çalışıyordu. Daha doğrusu aynı salonu Devlet Tiyatrosu ile paylaşıyordu.
Söylendiği gibi Panayot Abacı’yı buldum. Benden nüfus cüzdan sureti ve ikametgâh istedi. Her prova ve etkinlik için yevmiye alacağımı da söyledi. Müzik yaşamımda ilk kez bu kadar büyük bir orkestra ile çalışacaktım. Heyecanlıydım.
65 kişilik orkestranın üyeleri ellerinde çalgıları ısınmaya çalışıyorlardı. Ben de ritimlerin olduğu yerde ayrılan iskemleye oturup şefin gelmesini beklemeye başladım. Birinci kemanın yayını nota sehpasına vurmasıyla uğultular kesildi. Şef gelmiş ve yerini almıştı.
“Köçekçe Bale Süiti” Ulvi Cemal Erkin’in bir eseri… Besteci orkestra düzenlemesini yaparken darbuka partileri de yazmış. İhtimal o güne kadar yapılan icralarda şefler darbukayı istememişler. Ama bu kez Avusturyalı şef, darbukayı orkestrada ısrarla istemiş olmalı ki ben buradaydım.
Provaya başladık. Çalıyoruz ki önümdeki notada dört dörtlük bir es işareti ve üzerinde 28 yazısını görünce durdum. Orkestra da durmuştu. Si bemol klarnet tek başına çalıyordu. Daha sonra bu icraya kadans dendiğini Türk müziğindeki taksime bezmediğini ancak besteci tarafından yazılan bir ezginin seslendirildiğini öğrenecektim.
Esas sıkıntı bendeydi. Yanımda trampet çalana “Bu 28 ne demek?” diye sordum. Trampet çalan kızgın bir sesle “Sen nota bilmiyor musun?” diye sordu. “Biliyorum, ama bu 28 ne?” diye cevap verdim.
“Bir kere sayarım bir daha saymam…28 ölçü es yapacaksın…” diyerek saymaya başladı. Ben kulağım ise klarnetin çaldığı ezgilerdeydi.
Batı müziği nota kullanımı ile Türk müziğinde hiç olmayan bir nota kullanımının farkı beni açmaza sokmuştu. Kendime göre bir çare buldum. Klarnetin solo ezgisinin cümleyi nerede bitireceğini iki tekrarda ezberledim. Bir daha böyle bir sıkıntı olmadı.
Bir sabah yine provaya geldik. Şef yerini aldı ama bir kargaşa var. Piyanist “Benim notam yok…” diye feryat ediyor.
Şef bana dönerek, “Sen darbukacı, ver notanı” dedi.
Ben de “Şef ben notamı vermem” der demez şef, “Sen çalıyor zaten notasız, ver şu notayı” demesin mi?
Şef, 65 kişilik orkestra içinde benim yazılan partisyona sadık kalmadığımı yakalamıştı. Şefin dikkatimi çeken en önemli özelliği, bir Türk bestecisinin eserini, önünde İstanbul telefon rehberi kalınlığındaki partisyonlara bakmadan ezbere yönetmesiydi. Bir keresinde viyolonsellerin icrasını beğenmeyerek onları tek çaldırırken de partisyona bakmadan ve ağzıyla viyolonsellerin ezgisini yaparak çalıştırmıştı. Yabancı bir şefin Türk bestecisinin eserini ezbere yönetmesi benim için çok önemliydi.
Biz orkestra çukurunda çaldığımız için o güzelim baleyi izlemem mümkün olmadı. Bale gösterimi biter bitmez Taksim’den Aksaray dolmuşuna binerek Veznecilerdeki Kızılay Düğün Salonu’ndaki işime yetişmemde hiç sıkıntı olmadı.
Panayot Abacı Türk kültürünün seçkin temsilcilerinden biriydi. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum. 1961 yılından beri yayınladığı Orkestra Dergisi öksüz ve yetim kaldı.

Meraklısı için Ek:
PANAYOT ABACI'NIN HAYATI

23 Aralık 1923’te İstanbul’da, Galata semtinde doğan Panayot Abacı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü ile İstanbul Konservatuarı’nda öğrenim gördü. Konservatuarın viyola bölümünü bitiren sanatçı profesyonel müzisyenliğe, İstanbul Şehir Orkestrası’nda başladı. 20 yıl boyunca, önce İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’na, sonra da Devlet Opera ve Balesi’nde viyola çaldı, viyola grup şefliğini üstlendi.


TÜRKÇEDEN YUNANCAYA YUNANCADAN TÜRKÇEYE ESERLER KAZANDIRDI

Panayot Abacı, müzisyenliğinin yanı sıra, yayıncı ve yazar olarak da büyük hizmet verdi. 1961’de yayınlamaya başladığı ‘Orkestra’ adlı aylık müzik dergisini günümüze kadar yaşattı. Aynı zamanda iyi bir çevirmen olan Panayot Abacı, Türkçeden Yunancaya ve Yunancadan Türkçeye 50’nin üzerinde eser tercüme etti. Yaşar Kemal’in dört romanını, Aziz Nesin’in yedi kitabını Yunancaya aktardı. Eserlerini Yunancaya çevirdiği Türk yazarlar arasında Yıldırım Keskin, Sabahattin Ali, Orhan Pamuk, Rıfat Ilgaz, Demirtaş Ceyhun, Recep Bilginer ve Refik Erduran da bulunuyor.
Abacı, birçok önemli Yunan yazarının da kitaplarını dilimize kazandırdı. Aziz Nesin’in, ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ adlı eserinin Yunancaya çevirisiyle, 1993 yılında Yunan Çevirmenler Derneği’nin En İyi Roman Çeviri Ödülü’nü aldı. Yıldırım Keskin’in ‘Aklı Başında Bir Adam’ adlı oyununun çevirisiyle de 1981 yılında, Yunanistan’daki Corinth Festivali’nde En İyi Çeviri Oyun Ödülü’nü kazandı.

Uzun yıllar, İstanbul Filarmoni Derneği’nin başkanlığını yapan Panayot Abacı, bu süre içinde her yıl 20’nin üzerinde konser düzenleyerek, çok sayıda dünyaca ünlü sanatçının İstanbul’a gelmesine katkıda bulundu.