2017’de yine gittik. Bu defa üzülmekle kalmadık ŞAŞIRDIK. Haç tarzında mimarisi olan binanın tam ortasını cami yapmışlar. Gezmek imkânı da kalmamış. Dışından bakıp ayrıldık. Hiçbir ruhaniyet kokusu kalmamış. Ne cami, ne kilise, ne müze. Etrafa bakındık yakınında cami var. Kilesinin ortasındaki 70 m_ yere hiç ihtiyaç yok. Bir sanat , tarih ve kültür suntalarla kapatılmış. YAZIK.

*

Sıra geldi olumlu örneğe. Mimar Sinan’ın ustalık eseri Edirne Selimiye Camiine gidelim. Çocukluğumdan beri şiddetle görmek istediğim âşık olduğum bir cami idi. Yedi sene evvel 63 yaşımda görmek nasip oldu. Çok özel bir durum yaşadım çok kısa arz edeyim. Tamamı uzun hikâye olur. Sabah namazına camiye gittim. Hem Cuma, hem yaz, hem tam turizm zamanı idi. Cemaat bir saf bile değildi. Namaz bitti. Herkes gitti. Ben bir türlü ayrılamıyorum. Kimse yok. Mimar Sinan hazretleri ve cami ile baş başa kaldım. Kendimi camiden çıkmaya ikna edemiyorum. Nihayet öğlen Cuma’ya geleceksin, erken gel iyice bak diyerek kendimi ikna ettim. Avluya çıktım. Bu defa kapıdan ayrılamıyorum. Ta ki biri gelip sertçe omzuma vuruncaya kadar taşları okşuyor ve ağlıyordum. Omzuma vuran kişi “gel arkadaş çay içelim” diyerek beni kendime getirdi.

Batman’da ki Hasan Kehf ve Ankara’da ki Aslanhane Camii’ni anlatmayacağım, gezince benim yaşadıklarımı eminim sizde aynen yaşayacaksınız.

*

Gelelim günün konusu bizim İstanbul’da ki BÜYÜK AYASOFYA’YA.

Birincisi: Bu külliye tamamen bizimdir, bize mâl olmuştur. Bu tartışılmaz.

İkincisi: olması gereken buranın müze olarak yaşatılmasıdır. Buna dair birkaç görüş bildirmek istiyorum. İstanbul öyle bir şehirdir ki; gündüzü ile gecesi arasında dağlar vardır. Gündüzü cennet; gecesi cehennemdir. Bilhassa sur içini kastediyorum. Geze geze doymadığımız (ana caddeler hariç), Sirkeci, Eminönü, Tahtakale, Sultanhamam, Mahmutpaşa, Mercanlar, Sultanahmet, Beyazıt, Çemberlitaş, Sahaflar, Kumkapı, Topkapı, Çatladıkapı, Surdipleri, hepsinin ara sokakları, arka sokakları korkunçtur, karanlıktır. Ne idüğü belirsiz insanların mekânına dönüşür. Gündüz gördüğünüz cıvıl cıvıl olan o ara sokaklara giremezsiniz. Yüz ile üç yüz yıllık o tarihî, hanların sevimli yüzünden eser kalmamıştır. Karanlıktır.

Çünkü buraları tamamen iş yeridir. İkamet yeri değildir. Yani mahalle değildir. Akşam dükkânlar kapanır. Sonra hanların kapısı kapanır. Hava kararınca sokaklarda gezen kimse kalmaz. Sadece kayıp, kaçak, evsiz barksız, kimsesiz insanlar kalır. Herkes kötü değildir. İyisi de vardır iti de. Her biri, bir karanlık ve kuytu köşeyi mekân edinmiştir. Geceyi orada geçirir. Gündüz kaybolurlar.

Üçüncüsü: Ayasofya Müzesi böyle bir mıntıkadadır. Camiye çevrilse bile akşam, yatsı ve sabah namazında cemaat bulamazsınız. Cuma hariç gündüz vakit namazlarında da bir safı geçecek bir cemaat olacağını sanmam. Ölçüsü var ve ölçmek kolay. Denemek ve görmek için emsal bölge ve camileri gezin.

Meselâ; Nur-u Osmaniye, Süleymaniye, Şehzade, Lâleli, Fatih gibi meşhur camileri gezin bakın. Diğer mahalle camilerini de gezin cuma hariç vakit namazlarında ne kadar doluyorlar. Bilhassa akşam, yatsı ve sabah namazlarını teftiş edin. Kaç saf cemaat var görün. Uzağa gitmeye lüzum yok derseniz Ayasofya Müzesinin civarındaki camileri gezin. Ayasofya müzesinin karşısında hemen 200 metre ötesinde meydanın ortasında III. Ahmet Çeşmesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesi ve bir cami var. Oradan başlayın. Ayrıca o civarda yakında üç küçük mahalle camisi ve bir de altı minareli muhteşem SULTANAHMET camii var. Akşam, yatsı ve sabah namazlarında bu camilere gidin kaç saf cemaat var görün.

Dördüncüsü: Eğer bu camiler yöre halkına yetmiyorsa, nasıl ki Taksim’e cami yapacak yer buldular. Burada daha çok müsait yer bulabilirler. Takviye bir cami hatta iki cami yapılabilir. İlla da illâ dev gibi Ayasofya’yı cami yapmak şart değil. Zaten içinde tavanda ve duvarlarda Hz.İsa ve Hz.Meryem resimleri var.

Beşincisi: Zaten Ayasofya’nın bir bölümü Rahmetli Turgut ÖZAL zamanında camiye çevrilmiş imam ve müezzini bile tayin edilmiş. Zaten namaz kılınıyormuş. Televizyondan izlediğim kadarı ile Cuma hariç cemaati yok demeyelim ama çok azmış. Netice olarak bence o bölgede bir camiye ihtiyaç yok.

Altıncısı: Eğer zorla ve inadına veya Hıristiyanlar şurada şöyle yaptı gibi bir misilleme ile camiye çevrilirse hoş olmaz. Allah yolu, Allah’a ibadet aşkla olur, şevkle olur, zevkle olur. İnatla, bir şeye karşılık olarak olmaz. Allah’ı, dini, mabetleri, ibadethaneleri, garezle kullanmak ne kadar caiz olur bilmiyorum. Bütün dünyada mabetler insanlık ve hayır için kullanılan mekânlardır. Hıristiyanların anlayışı nedir bilmem ama bizim dinimizde camiler Allah’ın evidir. Allahın evine şirk, düşmanlık ve garez olmaz.

Yedincisi: Geçmişte şu veya bu sebeple biz bazı kiliseleri koruduk, bazılarını cami yaptık. Bazıları da bakımsızlıktan, cemaatsizlikten ve hırsızların yüzünden yıkıldı gitti. Onlar da camileri kilise yaptı. Bu çağ insanların en olgun, en modern çağı. Bu çağda her zamandan daha çok barışa ihtiyaç var.

Yurt dışında Osmanlıdan kalma hâlâ yüzlerce camimiz var. Onlar da bunları kiliseye çevirirlerse ağzımızı açamayız. MESCİD-İ AKSA’yı İslamî kokusundan ve renginden çıkarıp havraya, kiliseye çevirirseler mani olacak laf bulamayız.

Avrupalı kültür turizmine önem veren bilgili bir toplumdur. Ayasofya’yı MİMARÎ, DİNÎ VE TARİHÎ bir kültür varlığı olarak ne kadar önemle görmek istiyorsa, o kadar önem vererek Sultanahmet’i ve Süleymaniye’yi de görmek istiyor. Efes’e hangi duygular ile geliyorlarsa; Nemrut Dağı heykelleri için Adıyaman Kâhta’ya veya Balıklıgöl’ü görmek için Şanlıurfa’ya o aynı anlayış ile gidiyorlar.

Nitekim ne zaman Süleymaniye ve Sultanahmet Camiine turist götürdü isem (1997- 98’de bir yıldan fazla turizm şoförlüğü yaptım) Türk ziyaretçiden çok yabancı turist görüyordum. Üstelik cami gezmek yabancılar için müzeden daha zor. Zira ayakkabısını çıkaracak, başını örtecek. Hatta etek giyecek. Hâlbuki bütün dünyada müzeler ayakkabı çıkarmadan gezilir. Hiçbir giyim şartı da yoktur.

(SÜRECEK)