Tabi bunun tersi de vaki. Sokak veya dükkân sana uzaktan hoş geldin diyerek kucak açıyor. Dükkâna giriyorum, sanki müşteri yıllardır arkadaşımmış. O kadar ki daha ilk görüşte, adamın göğüs cebine elimi sokup “ver lan bir dal sigara” diyesim geliyor. Böyle yüzlercesini yaşadım. Müşteri de dükkânı da sanki bana gülüyor.
Meselâ: Birkaç yıl evvel bir marketteyim. Bir şeyler aldım. Sonra karpuzlara baktım, iki kişiyiz, küçüğünden varsa alacağım. Hepsi kocaman üstelik ağır taşımak bile mesele, vazgeçtim.  Fakat kapuzun biri beni al diye yüzüme gülüyor. Kocaman karpuz taşıyamam diye es geçtim. Yürüdüm gittim. Marketi gezerken gözüm yine o karpuza takıldı. Resmen beni al diyor. İnat ettim almadım. Zaten yüküm var. Nasıl taşıyacağım? Kasadayım ve ödeme yapacağım bekliyorum. Görünmeyen bir el başımı çevirdi baktım karpuz küsmüş gibi duruyor. Fesübhanallah diyerek gittim karpuzu aldım.    
İçimden bir ses “oh be!” dedi. Yorgun argın eve geldim. Hatuna durumu anlattım. Şunu kesip tadına bakalım dedim. İnanın ömrümde bundan daha tatlı ve lezzetli bir karpuz yemedim. Bu kadar iyi bir karpuzun çekirdekleri ziyan olmasın diye sakladım.
Köye gidince akrabama bu olayı da anlatarak çekirdekleri verdim. Bak bakalım nasıl karpuz çıkacak dedim. Aradan dört yıl geçti. Akrabamdan hiçbir ses çıkmadı. 
Gördüm ki bazı insanlar karpuz kadar duygusal olamıyormuş.  Gerçekten bazen ottan, itten, taştan ses geliyor da insandan gelmiyor.
*
Misal çok ama son bir örnek ile sadede gelelim. Daha anlatacaklarımız var. Otuz beş kırk sene evveldi. Malatya’ya gittik. Arkadaş bizi gezdirdi. Sonra, bizim din cephesinden biraz meraklı olduğumuzu bildiğinden, bize önce sadece minaresi ayakta kalan bir camiyi gösterdi. ÜZÜLDÜK. Sonra bir türbeye götürdü. Sekizgen bir yapı, sağlam ve bakımlı bir mekân. Hatun ile içeri girdik. Ortada kabir ve etrafında on beş, yirmi insan var. Kötü bir koku, darmadağınık bir manzara. Kimi köşede Kur’an okuyor,  kimi namaz kılıyor, kimi tavaf ediyor. Kimi yan yatmış, uyuyor.  SIKILDIK. Kırk saniye sonra hatun ve ben aynı anda haydi çıkalım diyerek kendimizi dışarı attık. Fatiha bile okumadık. Arkadaş bizi memnun etmek için baraja gidelim mi dedi. Olur dedik. Şehirden çıktık. Toprak yolda gidiyoruz. Baraja da epey yaklaştık. Arkadaş ”Şurada bir yatır mı, kabir mi bir şey var uğramak ister misiniz? Suyun içinde kalacaktı buraya taşıdılar.” dedi. Uğrayalım bir Fatiha okuruz dedik. 
Arkadaş arabayı oraya sürdü. Kapısına vardık kilitli. Kötü bir demir kapı, basit ve özensiz bir yapı. Kimsesiz ve ıssız bir yer. Yolu bile yok. Tam dağ başı. Üstü kubbeli üçe üç küçük bir oda. Minicik bir minaresi var. Yoldan pek uzak değil. İçeri baktık bir şey görünmüyor. Kapının üstüne İmam Zeynel Abidin yazmışlar. Kapısına kadar geldik. Birer Fatiha okuyalım dedik. Biz birer Fatiha okuyana kadar hazretin ruhaniyeti öyle bir tecelli etti ki Hazret;
“Siz bana bir Fatiha okursanız, ben size hatim indiririm” demiş olmalı ki; ben ağlamaktan Fatiha’mı okuyamadım. Burada da aşkla AĞLADIK.
BUNLARI BİZE NİYE ANLATIYORSUN.
SEN FAZLA DUYGUSAL İSEN BİZE NE DİYEBİLİRSİNİZ.
Amacım şahsî hatıralarımı anlatmak değil. Günün konusu AYASOFYA’YA gelmek. Doğrudan doğruya pat diye kanaatimi söyleyebilirdim. Ayasofya Müze olmalıdır. Bitti. Ben müze olsun derken gerekçesini de arz etmek istiyorum.
Müze olsun diyen de var, cami olsun diyen de. Elli yıldır duyarım dinlerim. 
Cami olmasını isteyenler tamamen dinî hisleri ile bunu istiyor. Müze olsun diyenlerin ufku daha geniş, olaya mantık, bilim, siyaset, turizm ve hukuk yönünden de bakarak konuşuyorlar. Hukuki, dinî ve siyasi yönünü bilmem. Ben yukarıda zikrettiğim gibi insanî ve manevî yönü ile bakarak örneklerle görüşümü arz ediyorum.
*
Önce olumsuz örneği vereyim. Trabzon Sümelâ Manastırı’ndan başlayalım. Vicdan, iman, sanat, kültür, mimari, hayatın gerekleri ve gerçekleri ile bakarak düşünürseniz SÜMELA MANASTIRI yüreğinizi sızlatır. Maalesef duvar resimlerinin gözü oyulmuş, heykellerin kafası kolu kırılmış. Nemrut Dağı Heykelleri gibi din, iman ve ilim fakiri, cahillerin mahvettiği bir manzara ile karşı karşıya kalıyorsunuz. 
Yüreğiniz yanıyor. Kendini Allah’a vermek isteyen 1600 yıl evvel yaşayan o insanların (ki o zaman henüz İslamiyet yoktu.)  pâk ve tertemiz imanları, şekillenmiş, suretlenmiş, duvarlara, tavanlara ve taşlara yapışmış. Birkaç kere bakım ve onarım ile birçok yeri düzeltilmiş. Gezmeye müsait duruma getirilmiş. Fakat o yeni ve gıcır gıcır taşlar, size maziyi göstermiyor ki. Manastırın 1600 yaşında olan taşları yüksek sesle feryat ediyor. Sümela Manastırı kültür, sanat, tarih ve din adına gözü yaşlı harika bir abide.  
Üzülerek ifade ediyorum ki o kadar tahrif ve tahrip edilmiş ki, Hıristiyanî kokusu bile kalmamış. Doksan derece dik dağa manastır yapmışlar. Bu bile mühendislik harikası. Muazzam bir mimari ve harika bir sanat, kültür ve iman eseri karşınızda size mahzun, mahzun bakıyor. Sizin de içiniz sızlıyor. 
*
Maalesef ikinci örneğim de hiç iç açıcı değil. Trabzon’da da ki küçük Ayasofya’dan bahsediyorum. Galiba 2004 yılı idi. İlk gittiğimiz de kilise idi. Kilise dedimse kullanılır bir kilise değil. Ne kapısı vardı ne penceresi. Haç şeklinde yapılan binanın sadece taş duvarları kalmış. (umumiyetle kiliseler haç şeklinde imar edilir.) İçinde bir tek eşya, obje, tarihi eser yoktu. Zemin harika bir mozaik ile kaplı; tavan ve duvarlar ise tamamen mânidar ve harika resimlerle süslü idi. Dış duvarlarında kapı üstlerinde bilgi ve maksat bildiren, bir şeyler anlatan röliyefler (kabartma heykeller) vardı. Yani kısacası Haç şeklindeki kilisenin sadece duvarları vardı. Buna rağmen mimarisine, duvarlardaki resim ve rölyeflere hayran olduk. Her bir kabartma heykel bir olayı anlatıyordu. Kilise resmen dev bir kitap idi. Her duvarı bir kocaman sayfa idi. Hem de resimleri renkli basılmış bir kitap. 2004 yılı idi. Gezen grup hepimiz “Bunun kapısını bacasını aslına uygun yapsalar, içine gereken eşya ve objeleri koysalar, para ödeyerek girsek kıyamete kadar ülkeye gelir kapısı olur, dedik. ÜZÜLDÜK.
On sene sonra 2014’te gittiğimizde yine aynı manzara ile karşılaştık. O muhteşem bina yine aynı. Kapı baca yok. İçi ve dışı, her taşı bir şey anlatıyor ama koruma ve gelişme , on yılda kaç taş düştü, ne kadar aşındı, ne kadar soldu bilmiyoruz. Bir tarih yok oluyor diye ÜZÜLDÜK.
(SÜRECEK)