Toplumlar onbin yıl öncesinde oluşum evresinde iki şey ile cemiyetleştiler. Silâh gücü ve din gücü. Hangisi hangisinden önce bilmem ama kim kılıcı veya dini eline alırsa lider olur. Kim ikisini birden alırsa imparator olur. Yanlış idi diye söylemiyorum. Hepsi zaman ve zemine göre doğru idi. Kimi şu kadar doğru idi, kimi bu kadar haklı idi. Netice olarak hepsi insanın var oluş sürecinde sosyolojik tarih gelişimidir. Bu bir vakıadır. Elbette ki belli gelişmişlik devresinden sonra bu ekonomik güç hepsini bastırmıştır. 

Bilmemiz ve anlamamız gereken bu oluşumların, zamana orantılı olarak tekâmül gösterdiğidir. Bu bilgimiz şuurlu bir şekilde kafamızda kemâle gelmezse, bu bizim yüzme bilmediğimizi gösterir. Yüzme bilmeyen kişi, ya akıntıya kapılır, ya akıntıya kürek çeker. Şu an Türkiye’de yaşanan hadiselerin tümü yüzme bilmeyen bir halk oluşumuzun tezahürüdür. Bu yüzden kimse darılmasın (ama isteyen alınsın ki) ülke olarak yaşadığımız hayat, tam bir dram, hatta trajedidir.

Niye?

Her şey meydanda.

O kadar meydanda ki her tarafımızı saran hava gibi ama biz bir türlü göremiyoruz. Gören bir siyasî, bilen bir lider de ne yazık ki hâlâ yok. Şimdi bunları biraz açalım da, halka karşı vazifemizi yapalım.  İsteyen inansın, isteyen inanmasın. Cümleyi düzeltelim, meselemiz inanç değil bir fikirdir, isteyen kabul etsin, isteyen etmesin. Bütün toplumların oluşumunda en etken güç, silâh ve din demiştik. İçinde asker ve din düşmanlığı virüsü olanlara fırsat vermemek için bunun yanlış olmadığını da vurgulamak isterim. Ancak demiştik her şey gibi bunlar da tekâmül gösterir yani gelişirler. Bu gelişim, Türkiye’de geç kaldığı için sıkıntı var. Halkımızın bu gelişimden haberi olmadığı için sıkıntı var. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ve Genç Türkiye Cumhuriyetinde birçok askeri müdahaleler yaşamamız hep bundandır. 

Şimdi olaya ta Osmanlı döneminden başlarsak laf uzar.  Hiç anmazsak geleneksel huyumuz gereği ne kadar hatamız varsa yallah tazyik hepsini Osmanlı’ya yükler işin içinden çıkarız. Yani seksen yıldır topu, kaleye değil, aut’a atarız. Ne yazık ki eskiyi yani atalarımızı suçlamak gibi bir kolaycılığımız var. Çünkü yüzme bilmiyoruz. Hâlbuki bugün bizim meselemiz geçmişten şikâyet değil, hemen bugüne dair doğru olan çözümü bulmak. Yarınları planlamaktır. Böyle bir fikir yaratıcılığımız yok. Habire geçmişi karala ve geçmişi yargıla. Sonuç, sıfıra sıfır elde var sıfır. Yani bir kısım millet akıntıya kürek çekiyor, bir kısmı da akıntıya kapılmış gidiyor. Yüzen ve yüzme bilen yok.

Yüzmek derken ne kastediyorsun arkadaş?

Nasıl yüzeceğiz?

Evet, efendim mesele bu.

1923’te Cumhuriyeti kuranların içinde siviller olmakla beraber çoğu asker idi. Az da olsa var olan siviller de bizzat savaşa katılmış insanlardı. 1924 anayasasını, TEŞKİLAT-I ESASİ’yi bunlar yaptı.  Yanlış mı yaptı? Hayır. Çok partili seçime geçildi. Yanlış mı? Hayır.

Problem 1950’den sonra başladı. Geçmişi savaş ve silâh gücüne dayanan bu ülke, aydın kesimi ve kurumları ile demokrasi acemisi idi. Bu acemilik iktidarda, muhalefette ve orduda vardı. İktidarın adı Demokrat Parti idi ama acemiliği yüzünden, (TAM) demokrat olamıyordu. Muhalefet hiç olamıyordu, ordu ise izleyerek endişe ile bekliyordu. Yakın geçmişte yaşanan isyan ve kargaşalardan ağzı yanmış olan ordu, “nereye gidiyoruz?” vehmine kapılarak 27 Mayıs müdahalesini yapıverdi.

Ordu, az biraz haklı olsa bile, dedik ya herkes acemi diye, biraz beklese seçimler yapılsa her şey gibi Türk tarihi de değişecekti.

Öyle veya böyle, 1960’da ordu müdahale etmiştir. Hâlbuki o tarihe göre dünyada demokraside epey ilerlemiş ülkeler vardı. Ne var ki 1960 askerî müdahalesi, demokrasiyi tam ortadan bölerken ordunun müdahale şartlarını (kötü niyetle olmasa bile) bir adım daha öteye taşıyan bir anayasa yaptı. Ordu müdahalelerinin asıl kaynağını arayanlar 1960 anayasasına bakarlarsa bunun ayak izlerini orada bulurlar. 1960 inkılâbı, sadece ordunun vesayet ve velâyet alanlarını genişletmekle kalmamış aynı zamanda, askeri personelin maaş ve statüsünü sivil halktan iki kat üste çıkaran imtiyazları da eklemeyi ihmâl etmemiştir. Bir bakıma 27 Mayıs ile ordu, Meclisten bir üst makam durumuna gelmiştir. Nitekim, 1950’de Cumhurbaşkanı sivil iken 1960’dan sonra bu görev genel kurmay başkanlarına özgü hâle getirildi. Meclis kendi içinden bir sivili Reis-i Cumhur seçme cesareti bile gösteremedi. Rahmetli Turgut Özal’a kadar bu kural devam etti.

Sebeplerine girersek sözün sonu gelmez, şu veya bu sebeple, 22 Şubat 1962’ de, 12 Mart 1970’de, 1978’de, 12 Eylül 1980’de, 28 Şubat 1997’de ve teknoloji gelişince internet ile sık sık ORDUNUN SİYASİ MAKAMLARA MÜDAHALESİNE ŞAHİT OLDUK.

Peki, hepsi de yanlış mıydı?  Bu tarihte, bu günün penceresinden bakıp, yargılamak gerçekleri ortaya çıkarmaz. O zamanın şartlarına bakarsanız, halk ne diyordu derseniz, doğruyu daha iyi yakalarsanız. Her askerî müdahalede halkın isteği ve sevinci vardır. Öyle veya böyle vardır. % 22 ile, % 36 ile, % 51 ile Devlet yönetimine geliniyorsa, askeri müdahalelerde halkın kalben oyu bu rakamlar az değildir.

Eğer önemli olan halk ve halkın huzuru ise bu değeri kimse göz ardı edemez.

*

Eğri oturalım doğru konuşalım, demokrasinin acemisi, kendi PARTİSEL TUTKULARININ esiri, TAM DEMOKRASİ şuuru gelişmemiş; hem iktidar hem muhalefet partilerinin suçu yok mu?  Askerî müdahaleleri, antidemokratik bularak; orduya, “gel bakalım seni yargılayacağım” diyenler, BU MÜDAHALELERE ZEMİN HAZIRLAYAN ACEMİ DEMOKRATLARIN, bazen bilerek ve bazen bilmeyerek işledikleri ANTİDEMOKRATİK hatalarda, dün ve bugün yaşanan dram ve trajedilerde hiç mi vebâli yok? İşte bunları bilmek, bulmak ve ders almak önemlidir.

Demokrasi havariliği yaparken, ordunun demokrasiyi inkıtâa uğrattığını söylerken, geçmişi acımasızca yargılarken, gözümüzü kırpmadan çuvaldızı karşı tarafa batırırken, sivil siyasiler, sivil toplum kurmayları, sözde ve özde aydınlar, lütfen önce iğneyi kendinize batırın.

 *

Şu günlerde etrafa bakıyorum, kimi demokrasi akıntısına kürek çekmekte, kimi “askeri yargılayalım” akıntısına kapılmış gidiyor. Emin olun bir tane yüzen ve yüzme bilen yok. Herkes rüzgâra başka bir yönden kapılmış gidiyor. Herkes kendi bireysel ve partisel geçmişindeki küçük zararın (sıkıntının ki bu işkence de olabilir) intikamını istiyor. Kimsenin ülkeyi ve demokrasiyi düşündüğü yok. Ders aldığı yok.

Kendilerine göre, herkes öyle demokrat öyle demokrat ki, öyle hukuk ve adalet adamı ki, … , …  elerindeki tek argüman GENERALLERİ YARGILAMAK. Askerin suçu, demokrasiye müdahale etmek.  Kimse demiyor ki hangi demokrasiye müdahale? Askerin suçu, şu kadar idamı infaz etmek.  Kimse demiyor ki, idam edilenler, üçer beşer adam öldürmüştü. Hepsinin suçu sabit ve dosyası zaten mecliste idi. 

Ben bir vatandaş olarak büyüklerime sorarım:

 Eğer düne kadar (ve halen) yaşadığımız anayasa mükemmel idi de ordu müdahale ettiyse, yargılayın, haklısınız. O halde yeni anayasa arayışından vazgeçin. Yok eğer 1924, 1960, 1980 ve birkaç ara müdahalelerle yapılan anayasalar, noksan ve antidemokratik idiyse ve bu sebepten siyasi kargaşa, anarşi ve günde yirmi gencin öldürülmesi gibi çok kötü olaylar yaşanıyor idiyse ve ordu bunu önlemek istemişse orduyu niye yargılıyoruz?

Gerçek suçlu kim? Anayasalar mı? Onu istismar eden siyasiler mi? Ülkede artan iç kargaşaya karşı devletin düzenini ve halkın can güvenliğini temin etmek için müdahale eden asker mi? Yoksa 1982 anayasasına (BEN DÂHİL)  % 92,8 ile “EVET” diyen halk mı suçlu?

Lütfen kimse akıntıya kürek çekmesin, kimsenin akıntısına da kapılmasın. Dünü yargılamak ve dünle uğraşmak bize bir şey kazandırmaz. İşimiz geçmişi yargılamak değil, geçmişi iyi okumak,  ders çıkarmak ve geleceği iyi planlamak olmalıdır.

YENİ YASALARI BUNA GÖRE YAPIN.

Meselâ, generaller ve hatta Genel Kurmay Başkanı hiçbir surette demeç vermemelidir.

Hükümette M.S. Bakanı var. Ordu namına konuşacak kişi odur. Hiçbir general hiçbir siyasinin muhatabı değildir. Olmamalıdır. Ordu siyaset üstüdür. Evet, siyaset üstüdür ama bu manevî makamda böyledir. Ordu ortalıklarda görünmez. Ordu MSB’lığına bağlıdır. Terör ile veya başka askerî konularda konuşacak kişi Millî Savunma Bakanı ve Başbakandır.

Hiçbir parti kendi partisel saplantısını öne çıkaran bir yasa için uğraşmasın.

Dünya öyle küreselleşti ki, bu güzel ülkede herhangi birinin, ırkçı zihniyetle, şurada ben çoğunluktayım o halde oralarda ayrı bir devletim olsun demesi,  gericilik, cehalet ve faşizmden başka bir şey değildir. Bir partinin, benim çocuğum hafız olacak diye ülkenin bütün çocuklarını dokuz yaşında mesleğe yönlendirmesi aynı hatadır.

Eğer yapılacak anayasaya, herkes kısmî ve partisel tutkularını da tıkıştırmak isterse bu anayasa yürümez. Amerika’da ve diğer gelişmiş ülkelerde, bu tür demokratik, sosyal ve kültürel işlevler, kişi, kurum ve bölge içinde belli genel disiplin kuralını ihlâl etmemek üzere serbesttir. Yani umuma şamil değildir.

21 y.y. da artık, bireyin huzuru, bireyin kişiliği, bireyin kültürü, bireyin ekonomik seviyesi ve DEVLETİNİN GÜÇLÜ olması önemlidir. Artık ileri ülkelerde, dinî, mezhebî, ırkî özgürlükleriniz hepsi kişisel bazdadır. Ayrıca gruplaşarak, ayrı baş çekemezsiniz. Hele maazallah topluca din, ırk, bölge veya mezhep arzusu ile silahlanırsanız derhal başınızı ezerler. Meselâ, beş kişi ayrılıkçı amaçla silâhlı bir eylem yaptı. Daha ilk günü beşini de yok eder. Devlet bunları altı kişi yapmaz. Eski özgürlükleri de askıya alır ki bir daha hiç kimse böyle bir hareket yapamasın. 

*

Çağlar boyu bu yasalar hep tekâmül esasına göre gelişmiştir. Şimdi meziyet, bu tarihten sonra bir adım daha gelişmiş bir anayasa yapmamızdır. Herkesi memnun etmek ancak, herkesin özgürlüğünü, karşımızdakinin özgürlüğü ile sınırlayabilmek. İlla benim dediğim olsun demenin, cehalet, gericilik, bağnazlık ve yobazlık olduğunu bilip, tarafsız, saplantısız, sağa sola çekmeyen, Atatürk’ü ve ulusal değerleri revize etmeyen, demokratik, çağdaş bir anayasa yapabilmeyi başarmalıyız. Bunu beceremezsek, ne geçmişte, ne gelecekte birilerini yargılamak sadece akıntıya kürek çekmektir.