Asım Bezirci
12. Antalya festivali Hikâye Yarışması’nın getirdiği düşünceleri şöyle özetleyebilirim.
Yarışmaya Türkiye’nin dört bir yanından 170 hikâyeci katılmıştır. Olagelmiş edebiyat yarışmaları göz önünde tutulursa bu, önemli bir rakamdır. Antalya Belediyesi’nin olumlu girişimine geniş ilginin bir kanıtıdır.
Yarışmacıların büyük çoğunluğu, toplumsal düzene bağlı olarak acı yurt gerçeklerini sergilemişlerdir. Bu sergileyiş olumlu bir çizgide yürütülmüştür. Söz konusu gerçekler ve onların doğurduğu sorunlar toplumcu -gerçekçi bir anlayışla verilmeye çalışılmıştır. Bu çalışma, ülkemizin kalkınması ve halkımızın kurtuluşu açısından sevindirici bir davranıştır.
Yarışmaya katılan hikâyelerin en aşağı yüzde onu başarılıdır, içeriği gibi biçimiyle de iyi sayılabilecek düzeydedir. Üstelik yazarlarımızın çoğu henüz tanınmamış kişilerdir. İsimlerine ya ilk kez bu yarışmada, ya da daha önce birkaç dergide rastlanmıştır. Bu durum, hikayeciliğimiz için umut verici bir gözlem olsa gerekir.
Seçiciler Kurulu’na sunulan hikâyelerden şehir gerçekliği ve insanlarıyla ilgili olanlar sayılıdır. Buna karşılık, köyle ve köylüyle ilgili ürünler büyük bir toplam tutmaktadır. Oysa nüfusumuzun hemen hemen yüzde otuz beşini barındıran şehrin hikâyeye girmesi gerekirdi. Özellikle, işçilerimizin ilginç durumu ele alınmalıydı. Nedense, alınmamış?! Doğrusu, bunu bir eksiklik olarak görüyorum. Bunun dışında; yarışmayı da yarışma verimlerini de umutla, sevinçle karşıladığımı söyleyebilirim.
Adnan Binyazar
Antalya Festivali Hikâye Yarışması önemli gerçekleri koydu ortaya. Büyük bir yazma birikimimizin olduğunu somut örnekleriyle gördüm. 170’i bulan bu öykülerde toplumun, sanatı destekleme ve onu yaratmada büyük bir bilince erdiğine de tanık oldum. Bu, bir bakıma, yüzyıllardır özlemini çektiğimiz sanatçı-halk bütünleşmesinin de somut örneğidir. Örneğin, bir ülkenin yetiştirdiği büyük bir yazarda, sanatçıda, binlerce insanın çabasının izi vardır. Bun yarışma, bu izi belirleme yönünden de etkili olmuştur. Özellikle toplumcu sanatta bu çabanın büyük önemi vardır. Toplumla bütünleşmenin temelindeki bu çaba, önemli sonuçların belirlenmesinde çok etkilidir. Hele bu, aynı dile indirgenip, dil, toplumsal anlaşmayı sağlayan bir oluşum aracı olarak düşünülürse, bu etkinin alanı daha da genişler. Festival’e katılan öykülerin çoğu beş onunun dışında bu aşamaya vardığımızı mujtuluyor.
Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu gibi tanınmış adları bir yana bırakarak, öyküde vardığımız aşamaya bir iki örnek vermek istiyorum. Örneğin Mehmet Türkkan “Bir Çocuk Oyunu” adlı öyküsüyle bürokratik koşullanmaların etkisiyle yozlaşan, kişiliği çürümüş bir insanın düştüğü insanlık dışı durumları Türk espri gücüyle yansıtıyor. Mehmet Güler, “Türkümüz Var Söylenecek” adlı öyküsünde toplumun vardığı bilinç düzeyini vurguluyor. İsmail Asmagil’in, “Harkçılar” adını taşıyan öyküsü ise usta sançtılar düzeyine yaklaşan bir anlatım yaratmıştır. Daha buna benzer nice örnekler…
Özetle belirtmek gerekirse, bu öyküler, birçok genç yazarın, toplum adına söz söylenecek sorumluluğu taşıma konusunda bir yarış içinde olduğunu da gösteriyor. Hem de hiçbir zaman belirli bir düzeyin altına düşmeden. Şimdi adları duyulmamış (derece alsın, almasın) bu yazarlar, pek yakında, öykümüze önemli katkılarda bulunacaklardır.
Erdal Öz
Yurdun dört bir yanından gönderilmiş 170 tane hikâyeyi üst üste okumak, daha birinin etki alanından sıyrılmadan bir yeni hikâyenin etkisine açılmak, bu arada hakça bir değer sıralaması yapmak, oklukça yorucu bir işti. Çeşitli yurt sorunları, bu hikâyelerin her birinde acımasızca gözlenip sergileniyor, daha güzel yarın özlemi içinde çözüm yolları aranıyor, öneriliyordu. Adını duyurmuş, ünlü ustaların yanı sıra, hikâyeciliğimiz adına büyük umutlar taşıyan duyulmamış adların ürünü nice usta işi hikâyeyle karşılaşmak, değerlendirme işini oldukça güçleştirdi. Ama bu güçlük içinden sıyrılıp öne çıkan bir hikâyeciyi burada özellikle belirtmek istiyorum. Yarışma sonunda üçüncülüğü alan Orhan Pamuk’un ”Hançer” adlı hikâyesi, birinci sınıf bir hikâye ustasıyla tanıştırdı beni. Yapısı gereği uzunca ama bütün gereksiz fazlalıklardan arındırılmış, hikâye kurgusu sağlam, dili dupduru hikâyeydi “Hançer”! Üstelik geniş bir incelemeye dayandırılmış, konusu gereği tarihsel bir boyut da kazandırılmıştı bu hikâyeye. 1594 yılında geçen bir konuyu işlediği hâlde, çağdaş, devrimci niteliklerle yüklüydü bu hikâye. Usta yazar Dursun Akçam’ın “Haley” adlı hikâyesine 100 puan verirken, bu hikâyeye de hiç çekinmeden 100 puan vermiş olmaktan gurur duyuyorum.
(SÜRECEK)