Uzun zamandır bir rüyanın içinde yürümüyor sanki yüzüyor gibiyim. İçimde bilmediğim bir telaş ve gözlerimi kapatmaya korkuyorum. Gözlerimi kapatınca sanki zaman donmaya başlıyor. Ben de zamanın donmasını önlemek için gözlerimle bir sineği kovalıyorum.
Ne zamandır böyleyim, hiç hatırlamıyorum. Herhâlde gece uyuyamadığım için gündüz rüya görüyorum. Gözlerimin önündeki resimlerde uzun patika yollar var ve beni küçük dereciklere götürüyor o küçük derecikte yüzümün coğrafyasındaki dağları küçültmeye çalışıyorum. İki gün önce sahilde bir çay bahçesine oturmuş kahvemi yudumlarken birden karşımda beliren o kadının baktığı kahve falımda söyledikleri beynimde uğulduyor. Hepsi gerçek mi olacak? Ben bu yataktan hiç kalkamayacak mıyım? Bedenim neden beni dinlemiyor? Sadece gözlerim, onlar uysal, söz dinleyen birer çocuk gibiler ama artık sineği kovalamaktan yoruldular. Ayağa kalkıp evin içinde dolaşmak, yarım kalmış yazılarımı tamamlamak, yeni aldığım kitapları okumak, etrafa saçılan kâğıt parçalarını toplamak istiyorum.
Birden telefonumun alarmı çalmaya başlıyor. Hazırlanıp işe gitmem gerekiyor ama kımıldayamıyorum. Birilerinin gelip beni bu rüyadan uyandırması gerekiyor. Zaman geçmiyor boşluk içimde çoğalıyor. Aniden bir uyku bastırıyor, gözlerimi kapatmamam lazım. Biraz önce beyazlar içinde birisi geldi yanıma, gözlerimi kapattığımı görür görmez “gözlerini kapatırsan her şey biter” dedi. Nasıl bu hale geldim ben, hatırlamaya çalışıyorum ama uzaklarda sadece bir ışık gözlerimi acıtıyor.
Başkalarının cümleleriyle konuşuyormuş gibi gözüken adam bana doğru eğilerek “birkaç saat daha dayanın ” diyor. Dayan kelimesi o an beynimin içinde anlamını çözmeye çalışıyor. Kapının dışından uğultular gelmeye başlıyor ama ben kafamın içindeki uğultularla susuyorum.
Kendimi en son masanın başında oturmuş, gözlerimin uzaklardaki mavi boşluğu oymaya çalışırken hatırlıyorum. Dışarıdaki yağmura rağmen hikâyemi tamamlamaya çalışıyorum. Nasıl bu hale geldiğime dair bir resim bulmamanın ıstırabını çekiyorum. Aklımda sadece bir ışık, bir de hep üşüyen bir kadın var. Acı beynimde dayanılmaz olmaya başlıyor. Ellerimle o acıyı oradan tutup çekip çıkarmak istiyorum. Vücudum Apollon’un taşa çevirdiği Niobe gibi kımıldayamıyorum. Taş kesilmeyen sadece gözlerim, onlarla da hala sineği kovalıyorum.
Nasıl bu hale geldim ben? Nasıl yaşamaya çalıştıkça kendimden uzaklaştım? Bu evrenin bir yerlerinde gerçekten yaşıyor muydum ben? Kimdim ben? Mesela bir sevgilim var mıydı? Hiç bir şey hatırlayamıyorum. Sanki gözlerimle baktığım o uzak mavi boşluklara sürükleniyorum, ellerimi uzatıyorum ama kimse ellerimden tutup o boşluğa düşmemi engelleyemiyor. Kimsesi olmayan kimsesiz bir yeryüzü yaratığı mıyım? Sanki şoförü olduğum arabam korkutucu mavi karanlığa doğru yol alıyor ve ben onu o yoldan döndüremiyorum. Etrafımda ellerimden tutup boşluktan çıkartacak birini arıyorum ama nafile!
Uzaklardan burnuma gelen kahve kokusuyla aklıma hemen üşüyen bir kadın geliyor. Kadına bir yüz bulmaya çalışıyorum ama bulamıyorum sadece aklımın odalarında üşümüşlüğü yüreğimin üzerinde bir mühür gibi canımı acıtıyor.
Kapının ardındaki gürültüden birisi kapıyı açıp içeri giriyor. Yatakta kıpırdamadan dümdüz yatıyorum, yüzüm tavana dönük olduğu için geleni göremiyor ama hissediyorum. Ah evet! Beni çıldırtan parfümün kokusu bütün hücrelerimi sanki harekete geçiriyor. Gelen muhtemelen bir kadın, yatağın yanındaki sandalyeye oturuyor ve konuşmaya başlıyor.
Büyük bir kaza geçirdiğimi ve kafamı hızlı bir şekilde arabanın direksiyonuna çarptığımı ve hurdaya çıkan arabadan beni zor kurtardıklarını falan anlatıyor. O an aklıma yine kahve kokusu ile birlikte ayakları hep üşüyen kadın geliyor ve canım acımaya başlıyor.