Sonbaharı seviyorum.
Rüzgârın ağaçların çıplak dallarına ıslık çaldırışını, her şeyin benim içim gibi çıplak kalışını, her yerin sarı bir renge boyanışını seviyorum. Ağaç yapraklarının döküldüğü yere oturuyor, kurumuş otların, ölü ağaç dallarının içinde ne aradığımı dahi bilemiyorum. Zavallı yıllarım zaman rüzgârının karşısında duramıyor, gemisinin dümenine sahip olamayan bir kaptan gibi boşlukta sürükleniyorum.
Yüreğime insanların soğuğu gelip çöküyor ve ben hala tüten ocakmışçasına elimle kendimi yokluyor, yanıp yanmadığıma bakıyorum.
“İnsanoğlunun yüreği hiçbir kimsenin içine sızamadığı koca bir ıssızlık değil mi?” cümlesini hangi kitapta okuduğumu hatırlayamıyorum. Kendi devinimimle sanki evrenin dışında yaşıyor, zamanı kelimelerimle, hiçbir dilin anlatamayacağı kocaman resimler yaparak eskitebileceğimi sanıyorum
Yüreğimin dipsiz kuyusuna, daha derin dipler kazarak, bilmediğim sokaklarda kaybolmak istiyorum. Kaybolduğumu ilk, hafızamdaki bütün yüzler silindiğinde anlıyorum. Ama bir yüz var ki ne kadar kaybolursam kaybolayım bana gülümsüyor.
Kaybolduğum sokak aralarında birisi beni durdurup “sana gereken ne?” diye sorsa, ne yanıt vereceğimi dahi bilmiyorum. Belki de her şeyi yırtıp atacağım bir ses, bir dokunuş, bir şiir, bir kelime arıyorum.
Şu sıralar okuduğum kitap “Ellerimizden akıp giderken, mutluluğumuzu neden yeterince hissedemedik acaba?” cümleleriyle başlıyor.
Neden?
Yaşamımın her dakikası sanki birbirinden bir uçurumla ayrılıyor. Eskiden ne fazlaydı da neden şimdi yoksullaştığıma bir neden arıyorum. Sanki her geçen saat benden bir şeyler koparıyor, zamanın vücudumdaki diş izlerini kanatıyorum. Bazı insanların sıradan neşesini kıskanıyor, neden bu kadar neşeli olduklarına bir anlam veremiyorum. Kimsenin görmediği, kimsenin uğramadığı, solmuş güneş altında, çiçekleri olmayan bir mezar olmalıyım ben…
Çok uzak olmayan bir zamanda, küçük papatyalarla kaplı bir yer bulmuş ve sırt üstü yatmış, beyaz papatyaların içinde kaybolmuş, pırıl pırıl gökyüzünün sonsuzluğunda öylece duran güneşe bakarak çok mutlu olmuştum. Şimdi ise bu kadar küçük şeylerden bir zamanlar nasıl mutlu olduğuma şaşırıyor, bu evrene neden gönderildiğimi sorguluyorum. Bu evrene gelişimin bir amacı var mıydı? Amaç neydi? Sorularıyla boğuşuyorum.
Herkes gibi davranmayı, onlar gibi olmayı istiyorum. Yaşamı ciddiye almaktan vazgeçmeliyim. Ortak pastadan payıma düşeni alıp, lezzetli olup olmadığına bakmadan, lezzetliymiş gibi yemeliyim. O zaman düzelir miyim?
Bir zamanlar kıyıya vuran dalgaların devinimindeki yaşamı seviyordum. Kalabalığın içinden art arda gelen, etrafımı kuşatan, çığlıklar atan sayısız dalgaların ortasında, sende yitip giden beni seviyordum. Ama nedense şimdi saçlarımı salıp, denizin aynasına yansıyan kendimi göremiyorum.
Her sabah uyandığımda, sanki uzak bir diyardan bir demet mutluluk bekliyormuşçasına, yüreğimi heyecan kaplıyor. Ama gün ilerleyince bütün heyecanım güneş altında susuz kalmış bir toprak parçası gibi un ufak dağılmaya başlıyor. Özellikle gece, o lacivert elbisesini giyince hiç bir şey olmayacağını anlıyor ve uyandığıma bir kez daha pişman oluyorum. Cehennemde istenmeyen cennete de giremeyen o arafta, evrenin duvarına tırnaklarımı kanatırcasına çizikler atıyorum.
Tam lacivert gecenin koynuna uyumaya gideceğim vakit telefonum titriyor “ nasılsın?”
O an yaşadığımı kanıtlamak istercesine, elim kalbime gidiyor, vücudumun coğrafyasında ellerinin sıcaklığını duyuyor, tüten bir ocak olmaktan çıkıp yandığımı hissediyorum. Ellerim cevap yazamayacak kadar titremeye başlıyor. Umutsuz cümlelerim, gemisine bir kaptan bulmuş gibi umuda doğru yelken açıyor.