Soluduğum havada ciğerlerimi yakan bir şeyler var. Görüntüm, duygularımın içindeki karmaşadan sarhoş. Yüreğinde kan yerine vicdan taşıyan insanları özlüyorum. Kulaklarımda kahredici bir ağıt; sesi öyle acı ki!

Rahmindeki çocuğun ilk kez kıpırdadığını duyan bir kadının yüksek mutluluğuyla doluydu. Ta ki cansız, hırpalanmış, acıtılmış bedenini kollarına verene kadar…

Ben, resimden bana, sana, herkese gülümseyerek bakan o gözlerde çivilendim, kımıldayamıyorum.

Canının acıdığını duydunuz mu?

Sizin de canınız acıdı mı?

Ben insanlığımdan utanıyorum. Ya siz? Kendimi, benim de bir parçası olduğum şu sefil, soğuk, duygusuz dünyanın dışına atmak ve dünyevi olan bütün elbiselerimi bir deriyi soyar gibi çıkartmak istiyorum. Vicdanınızın sularında bir kayık değil ki o minik bedenler, elimden gelse bütün sığındığınız limanları yakarım.

Düştüğünün farkına varamadığı o uçurumdan tırnaklarımla kazarak çıkartmak, “ağlama kuzum” diyerek kollarımla incinen bedenini sarmak... Sonra da bazı insanların dudaklarının kenarında kalmış olan vicdanı oradan yırtarcasına söküp almak istiyorum.

Kendi içimden fırlayıp çıkmak, zamanı o andan geriye almak, bütün acıları yok etmek istiyorum. Yeniden var olmak için bir kelime, bir bakış, bir acısız gülüş yeter mi?

Hey oradakiler; insanlık elden gitti gidiyor.

Avazı çıktığı kadar bağırması gereken insanlık, suskunlukla tıp oynuyor.

Bu vicdansızlığın, acımasızlığın, bu bu bu …azabından kurtulmak için kelimelerden odun yaptım, yaktım; dumanında gözyaşı vardı.

Sallandığı salıncağın iplerinin bile canını acıtmayacağı yere götürdü Tanrı onu… Orada çiçekten salıncakta sallanacak.

Ah bir sesim olsaydı Tanrım

Bağırsaydım, duysaydı.

Bağırsaydı, duysaydık.