Alışkanlıklarının zincirlerini kır, oturduğun koltuktan kalk, aynanın içindeki görüntünü değiştirmekten öteye geç, yalnızlıklarına şarkılar yazmaktan vazgeç.
Unutma! Her yeni günle annesinin rahmini yarıp çığlık çığlığa doğan insan, özünde yalnızdır. Bilmediğin coğrafyalara git, bilmediğin tatları tat, bilmediğin dilde şarkılar dinle, bilmediğin insanlarla otur sohbet et, cümlelerin nasıl eğilip büküldüğünü öğren. Kendine varan yollarda soluksuz kalma, kendini keşfet, insanların yüzlerindeki haritalarda kendine bir yeşil alan bul, sonrasında insanların kalplerine cümlelerinle usulca dokun. Beyninizin, kimsenin içerisine girmesine izin vermediğiniz odalarına, hayallerinizi, umutlarınızı, isteklerinizi (ne kadar uçuk kaçık olursa olsun) naftalinleyip kaldırıyorsunuz. Elinizden gelse bazen kendinizi de naftalinleyip kaldırmak istediğiniz anlarınız oluyor, ama yapamıyorsunuz.
Kaç, kurtul örümcek ağı bağlamış yüreğinden. Yeni hayatlara, yeni insanlara merhaba demek için korkma. “Nereye gidersen git, kaçtıklarını da götürürsün beraberinde” diyen sesleri duymazlıktan gel. Sadece yüreğinle yol al, sol üst cebindeki tıkırtıları izle, zamanın tıkırtıları ile karıştırma. Zaman en nihayetinde geçip gidiyor ve duyduklarımla değil, duygularımla varım diye çığlık çığlığa bağır. Dağlar titresin ve denizin en koyu mavisine yollarını açsın.
Denizin kenarında salaş bir çay bahçesine otur ve çay ısmarla kendine, sonrasında yaz içindekileri, her oturanın bir şeyler yazdığı masanın pürüzlü tahtasına. Cümlelerin kanatları olduğunu unutma ve nereye uçmak isterlerse oralara uçmasına izin ver. İnsan yazdıkça kendi içine yolculuk yapar. Diğer insanların da senin yolculuğuna eşlik etmesine izin ver. Belki onların içlerinde de senin yazdığın cümlelere benzer yolculukları vardır.
Kendini sakladığın odalardan başını uzatıp bir bak, tertemiz baharlar bize güzel ve mis kokulu çiçekleriyle MERHABA diyor. Her bahar geldiğinde evi temizler gibi ruhlardaki kirler de temizlenebilse ve onlar da mis gibi bahar koksa değil mi? Belki o zaman bu yaşadığımız evrende nefesimizi tutmadan insanca yaşanacak bir yer aramak yerine, insanlar arasına karışmaktan, sokaklarda yürümekten korkmadan, yaşanabilinirdi.
Ruhunun aynasını göremeyen insanlar içinde, her an kötü bir şeyler olacak diye diye yaşlanıyoruz.( Mesela ben, bu tertemiz baharın on üçünde yeni yaşıma merhaba diyeceğim) Makyajla kapanmayan yerlerin artık boyalara gerek kalmadığını öğreneceğimiz zamanı bekliyoruz. Yüzümüzden ruhumuzu gören umut aynalarını nereye sakladılar? Bilen var mı? Aslında kötülük dediğimiz şey kalpte başlar, ama kalplerdeki kirleri göremediğimiz için, daima görünüşe aldanır buluruz kendimizi. Belki de hep bu yüzden bir yerlere gitmek istiyoruz. Yeni yüzleri, yeni coğrafyaları, yeni iklimleri, hepsi birer umut olarak yüreğimizin temiz kalan sayfalarına resmediyoruz. Aslında gittiğimiz de yok. Belki diyoruz bir gün bir mucizeyle gökten inen damlalar kalplerdeki kirleri de yıkar. Uzak iklimlere gitmemize de gerek kalmaz.
Sartre’nin resimlerinden kaldırılan sigaraya uzanıp alıyor, incecik parmaklarına iliştiriyor, dumanını ciğerlerinin en ücra köşesine hapsediyorsun. Sonrasında, içinin geveze seslerini susturup ruhunu ilmek ilmek saran şarkılar dinliyorsun. Mesela Aselin Debison’dan “Somewhere over the rainbow”gibi.
Yüreğimizle çıktığımız her seferde, ne kadar uzun ve acımasız olursa olsun, mutlaka bir kitaptan bir arkadaş olsun, o zaman kendinizi hiç yalnız hissetmezsiniz. Çünkü kitaplar kuş kadar özgür kılar insanı. Oysa insan farkında olmadan ne dağlardan geçtiğini, ne kadar düştüğünü dizlerini kanattığını, sevdiği insanların kaç defa yüreğini incittiğini unutuveriyor ve ne olursa olsun ayağa kalkmaya, yürümeye devam ediyor. Hadi kendini, keşfet, insanları keşfet, evreni keşfet, aşkı keşfet, sevmeyi sevilmeyi keşfet ve çantandan çıkar bir kâğıt kalem yaz, yazabildiğin kadar sensin.
Her yol dönemecinde, her adımda, her yolda durmadan yüreğine bak, yürek pusulası hep doğru yönleri gösterir.
Allah’ım yüreğimizin ibresini hiç şaşırtmasın.