“Belediyecilik bizim işimiz” diye diye; 25 yıldır belediyeleri, 20 yıldır da ülkeyi yönetiyorlar(!)…

“Falanca şehrimizi, şuradan aldık buralara getirdik” diye gururla gösterebilecekleri bir kent var mı?

Bildiğim kadarıyla yok.

Belediyecilik böyle bir şeydir işte

Makarayı geri saramazsınız.

Heba ettiğiniz zamanı geri alamazsınız.

Ne yaptıysan ya da neleri yapamadıysan herkesin gözünün önündedir.

Gizleyemezsin.

Örnek mi?

İşte Eskişehir…

Anadolu Üniversitesi mezunuyum. Karış karış bilirim Eskişehir’in önceki halini.

Adı gibi o eski şehir, Hocam Yılmaz Büyükerşen’in elinde, pasaportsuz gidilen Avrupai bir kent haline geldi.

Üniversite yaşamım boyunca, Hocam Büyükerşen’in ellerinde yeşeren yerleşkemizi gördükçe; ta o zamanlarda, “Eskişehir’i Hoca’ma teslim etseler, Avrupai bir kente dönüştürür Eskişehir’i …” diyenlerdendim.

Ve öyle oldu.

İçinden dışkıların aktığı, leş gibi kokan Porsuk Nehri’nin geçtiği kenti örnek bir kent haline getirdi.

Kirlilikte dünya sıralamasına giren o nehrin üzerinde, şimdi gondollar dolaşıyor, oltayla balık tutuluyor.

Düşünebiliyor musunuz; denizi olmayan ama plajı olan bir kent.

Türkiye'nin ilk ve tek yapay plajında, 350 metre uzunluğunda, yüzülüyor, deniz kumunda güneşleniliyor.

Ve bu yapay denizde, yelken kursları veriliyor, kano şampiyonaları düzenleniyor.

Yani ne verirseniz, onu alıyor kent.

Yeşillikse, yeşillik; betonsa beton; otoparkına göre trafik…

… …

Yılmaz Büyükerşen Hocam, bunları gerçekleştirdi Eskişehir’de…

Devletten tek bir kuruş almadan; tüm kentin su ve kanalizasyon altyapısını değiştirdi.

60 Km’lik tramvay hattı oluşturdu.

Bu çalışma, merkezi Belçika'da bulunan Uluslararası Toplu Taşımacılar Birliği tarafından “En iyi hafif raylı sistem ödülü”ne layık görüldü.

Yine hükümetten tek bir kuruş almadan; 1936 yılında Atatürk'ün emriyle şehre getirilen, sonra ihmal edilen Kalabak Memba Suyu’nun isale hattı yapıldı. Modern bir fabrika kuruldu, o su şimdi şişelenerek satılıyor.

Şehir tiyatrosu kurulmuş.

Sordum, soruşturdum; yedi sahnesi varmış bu tiyatronun, izleyici sayısı da 1.5 milyon kişinin üzerinde imiş.

Her hafta yerli ya da yabancı konuk sanatçılara eşlik eden, senfoni orkestrası kurulmuş.

Milyon metrekareden büyük tematik parklar yapılmış.

Ben henüz görmedim ama bilim deney merkezi varmış.

Benim üniversite yıllarımda; şehirde iki otel vardı. Şu anda çoğu beş yıldızlı olan otel sayısı 100'ü aşmış.

Ve müzeler…

Yılmaz Hocamın bizzat ellerinde yorulan Türkiye'nin ilk Balmumu Heykeller Müzesi bu kentte kuruldu.

Çağdaş Cam Sanatları Müzesi,

Kent Belleği Müzesi,

Masal Şatosu Müzesi,

Türkiye'nin ilk Kurtuluş Savaşı Müzesi kurulmuş.

Bu müzeleri yılda 600 binin üzerinde kişi geziyormuş.

Bitti mi?

Bitmedi elbet, Yılmaz Hocam tarafından yaratılan, yaz yaz bitmeyecek o denli çok ayırdanlılıkları var ki…

Devletten tek kuruş almadan, kentin kendi parası, kendi iş gücü, kendi makine parkıyla iki büyük baraj yapılmış.

Yine devletten tek kuruş almadan, katı atık dönüşüm ve enerji tesisi kurulmuş; çöpten elektrik üretiliyormuş.

Belediye bünyesinde açılan kurslarla, her yıl 15 bin kadın ve çocuğa meslek edindiriliyormuş

“Her ev, bir atölye” sloganıyla “kadın kooperatifi” kurulmuş. Belediye bünyesinde eğitim verilen kadınlar, tıbbi aromatik bitki üretiyor, aksesuar, dekorasyon, oyuncak, seramik alanlarında üretim yapılıyormuş.

Köyde yaşayan gençlere, yine kooperatif yöntemiyle büyükbaş ve küçükbaş hayvan hibe ediliyor, manda yetiştiriciliği yeniden canlandırılıyor, çiftçiye ücretsiz damızlık manda dağıtılıyormuş.

Halk Süt kurulmuş. Eskişehir halkı, kooperatif marifetiyle ucuza pastörize süt içiyormuş.

* * *

Düşünebiliyor musunuz, bu kentin çocukları;

Beethoven'la Bach'la Mahler'le, Yunus Emre'yle Aşık Veysel'le Dede Korkut'la büyüyor;

Opera, bale izliyor, henüz altı yaşındayken İdil Biret, Gülsüm Onay dinliyor;

Genco Erkal'la, Bedri Baykam'la tanışıyor…

Resim, heykel, müzik, bu kentin çocuklarının doğal hayatının parçası oluyor.

Tarih bilinciyle, ağaç sevgisiyle, doğa sevgisiyle, hayvan sevgisiyle zihinlerine duvar örmeden, çocukluklarını gençliklerini yaşayarak, özgürce büyüyorlar.

Bilmiyorum; değil Türkiye’de, dünya üzerinde bu denli kısa bir sürede, böylesine olumlu bir yönde dönüşen bir başka şehir var mı?

* * *

İnsana insan olduğunu anımsatan bir şehir oldu Eskişehir.

Başınızı nereye çevirirseniz, estetik bir güzellik görüyorsunuz.

Başınızı nereye çevirirseniz, yemyeşil bir doğa karşılıyor sizi.

Elinizde fotoğraf makinesiyle dolaşın, ağaçsız tek kare çekemezsiniz.

Bu ortamı yaratan da bir insan evladı, safi betondan mamul kentleri yaratanlar da insan evlatları…

Belediyecilik böyle bir şeydir işte.

Belediyeler ehil ellerde olursa; o kent, Yılmaz Büyükerşen örneğinde olduğu gibi kendini yönettiği kente adayan bir başkan tarafından yönetilirse; o kent YAŞANABİLİR bir kent oluyor.

Yok belediyeler ehil ellerde olmaz ise; o kentler de BETONDAN MAMUL KENTLER oluyor.

* * *

Geçtiğimiz Perşembe Günü Bankacılar günü idi.

Alanya’daki Ziraat Bankası Şubelerinin Değerli Müdürleriyle Küçükhasbahçe’deki Bonjour La Vie Restoran’dan hızla betonlaş(tırıl)an Alanya’yı izlerken, bunları düşündüm.

İçim sızladı…