Tarih 31 Ekim 1961

Bad Godesberg’de Almanya ve Türkiye arasında misafir işçilik için “Anwerbeabkommen” anlaşması imzalandı…

Almanya Savaşın yaralarını çabuk sarmak ve gene hızlı bir şekilde Avrupa’nın en güçlü ülkesi ve sanayi devi olmak için bu anlaşmayı imzalamıştı.

Vatanın dört bir yanından makûs talihlerini yenmek isteyen binlerce yağız vatan evladı işlemlerini bir tez yaptırıp bu büyük hayalin peşinden trenlerle koyuldular yola…

Cem Karaca’nın o meşhur şarkısında söylediği gibi Davulla zurnayla yola çıkıp, bandoyla karşılanmışlardı…

Bir çoğunun Almanca seviyesi ’yaa ve nayn’ dan ibaretti

Gerçi devrisi yıllarda Almanya’da yaşamak için Almanca konuşmaya ihtiyaçları olmayacaktı zaten ve fakat onlar henüz bunu bilmiyorlardı…

Neyse efendim uzatmayalım Almanya’nın işçiye, Türklerin de paraya ihtiyaçları vardı, bir nevi üzücü de olsa kazan kazan durumu..

Kimisi BMW, Ford, Mercedes gibi araba fabrikalarında, kimisi tekstil fabrikalarında, kimisi maden ocakları, demir yolları, inşaat, her türlü fabrika ve çer çöp işlerinde istihdam edilmişlerdi …

Yaşam şartları iptidai idi…

Ya şehrin bir banliyösünde kiraladıkları ucuz dairelerde gruplar halinde yaşamlarını sürdürüyor , ya da çalıştıkları fabrikalarda koğuş usulü altlı üstlü ranzalarda hayatlarını idame ettiriyorlardı…

Türkiye ile tek bağları radyo, Hürriyet gazetesi ve efkâr ve hasret kokan memleket mektupları idi…

Türkiye’ye gitmek istediklerinde en popüler vasıta otobüstü ki bu zaten en meşakkatli ve ucuz ulaşım aracıydı…

Önceleri bir çoğunun en büyük amacı biriktirebildikleri kadar para biriktirip memlekete dönmek ve orada çift-çubuk ev dükkan sahibi olmaktı…

Zamanla bu planın yerini, eşlerini, kardeşlerini, amca çocuklarını, yani tüm akraba-i taallukatlarını bu taşı toprağı ‘doğğçe mark’ olan yeni vatanlarına getirme çabası aldı…

Bu süre zarfında çocukları oldu ve bu ikinci nesil vatan evlatları Almanya ile daha farklı bir hayat yaşamaya başlamışlardı. Gene bir çoğu banliyölerde yaşıyor, ama Alman hükümetinin zorunlu kıldığı okullarda okuyup Alman kültürü ve dilini öğrenmek vasıtası ile ülkeye iyiden iyiye entegre oluyorlardı…

İlk nesil için Almanlar hala Hans ve gavur olmasına karşın, bu ikinci nesil okullardaki sayıca sınırlı Alman arkadaşları vesilesi ile ana babalarının önyargılarını göreceli olarak yenmeye çalışıyorlardı…

Ne olursa olsun bu süre içerisinde Ne Almanlar Türklere, ne de Türkler Almanlara pek alışabilmişlerdi..

Almanların tarihten gelen meşhur ırkçılıkları ve küstahlıkları da cabası;

Almanların hatırı sayılır bir bölümü Türkleri sadece onlara hizmet eden marabalar, kara bıyıklı pis kokanlar gözüyle bakarken, Türkler de bu duruma karşı bir şey yapamamanın verdiği bir burukluk, sinirlilik ve hırsla yaşamlarını idame ettirmeye çalışıyordu..

Almanlar bu aşağılamalarını öyle abartıyorlardı ki fıkralarına bilmecelerine bile konu yapıyorlardı

“Bir Türk’ün üniversitede ne işi vardır?

− Temizlik yapar.”

“Kravatlı bir Türk’e ne denir?

− Bir Big Mac lütfen!”

Bunlar ve daha niceleri….

Seneler geçiyor kasketten fötr şapkaya geçiliyor, yıllık izinlerinde Türkiye’deki memleketlerine Alamanya’da çalıştıkları fabrikalardan kazandıkları doğçe marklarla aldıkları havalı binek arabalarıyla, bagajları dolu dolu hediyelerle geliyorlardı

En popüler hediye Kemal Sunal filmlerinden de hatırlayacağımız yumurta pişirme makinası, mikser , fotoğraf makinası, Alaman çikolatası, Malboro sigarası ve kutu kolaydı

Hatırlarım benim çocukluğumun geçtiği İstanbul’da bir mahalle arkadaşımız Almanya’dan amcasının getirdiği kutu kola ve Tobleronu hergün sıkı bir disiplinle sokakta gezdirip paketini ve kutusunu açmadan özel bir törenle ertesi gün yeniden bize göstermek için eve çıkarırdı…

Cümle aralarına serpiştirilen ‘ahzouu’lar, ‘danke’ler, ‘çüüz’lerle dolu ilginç bir Türkçemsi ortaya çıkmıştı bu vatan evlatları sayesinde

Ve ne Türk, ne de Almanlara yaranabilen ilginç bir ara nesil…

Memlekete gelince Alamancı, Almanyaya dönünce Türkenknecht (ırgat) oluyorlardı…

Her ne kadar vatanlarından uzak da olsalar Prekazi’nin ortasına Tanju’nun müthiş kafası neticesinde Alman takımlarını bir vesile ile yenmemiz onları çok mutlu ediyordu…

Derken bir Türk müteşebbis ilk döner dükkanını açtı ve Türklerin kaderi Almanya’da değişti…

Artık maraba değil kendi işlerinin patronu olmaya başlamışlardı. Komün halinde yaşıyor, kendi açtıkları marketlerden alışveriş yapıyor, kendi restoranlarından yemek yiyorlardı…

Bir döner dükkanı koca bir topluluğun makûs kaderini değiştirmişti…

Bundan sonra Almanlar düşünsündü…

Ve üçüncü nesil …

Artık Almancaları Türkçelerinden kat ve kat daha iyi olan, Alman kültürü ve yaşam tarzını tamamen benimsemiş, dedelerinin aksine ülkeyle tamamen entegre yaşam tarzı, dünya görüşü ve hatta futbol milli takım tercihlerini bile Almanya’dan yana kullanmaya başlayan (bkz. Mesut Özil, İlkay Gündoğan) üçüncü nesil…

Bu kardeşler millet ve milliyet kavramını pek de önemsemeyen, farkındalığı olmayan farklı bir nesildi…

Yıllar geçiyor nesiller değişiyor insanlar gelişiyor ve fakat o tobleron çikolata getiren zihniyet ne yazık ki değişmiyordu…

1960’larda şurda üç beş kuruş para kazanıp memleketime döneyim zihniyeti yerini şurda kazandığım yurolarla Ayvalık’tan bi arsa, ev, yazlık kapatayım, Türk parasının değeri yerlerde, olmazsa seneye satar sağlam kâr yaparım zihniyetine evrilmişti…

Ve hepimizin sinirini burnuna getiren;

Cennet gibi memlekette yaşıyonuz ellam gıymetini bilin guzuuum,

Keşke biz burda yaşasak da sizin gibi mutlu olsak…

Baksana her yer ucuzluk, bolluk, bereket, siz gıymetini bilmiyonuz yavrııım…

Biz Alamanyalarda neler çekiyoz biliyonuz mu ?

Herkes aç, herkes mutsuz, bakma biz neler çekiyoz da diyemiyoz Allah korkumuzdan…

Burdan evler, rezidanslar, arsalar topluyoz, ama hep yokluktan, yoksulluktan yavruuum…

Siz şükür nedir bilmiyonuz guzuum, bu bolluğa, ucuzluğa şükredin yavruum. Allaha şikayet etmeyin şükür edin tamam mı

Eeee nereden nereye …

Hadi çüüz … Görüşücüüüzzz…..