Günler günlerimin aynısı, ama içimde dört mevsim büyütüyorum. Her anımın değişken yüzüne koşsam da yetişemiyorum. Üstümde pijamalarım ayağımda biri beyaz biri pembe bir terlik. Terliklerin tekini bulmaya çalışıyorum ama bulamayınca öylesine ayağıma geçiriveriyorum. Televizyonun radyosunu açıyorum, tam da ruh halime uygun bir müzik ararken beni, duru ve su gibi sesiyle “Mitra / Baroon Baroone” karşılıyor. Sonrasında Imany - Slow Down’un hüzünlü sesiyle, birden kendimi hüznü yorgan diye üstümü kapatmaya çalışırken yakalıyorum
Bu gün dışarıya çıkmayı bırak, pencereden başımı uzatmak bile istemiyorum. Sanki pencereden başımı uzatsan ne olacak? Sıkış tıkış evlerden gökyüzünü bile göremiyorken. Birden kapı ısrarla çalmaya başlıyor, üstümde pijamalarım, ayağımda biri başka biri başka terlik, beni böyle gören, bu kadın ufak ufak tırlattı der. Olsun diyerek kapıyı açıyorum. Gelen kapı komşum hüzün hanım. Kapıyı açar açmaz “Ne olacak benim halim?” diyorum. “Halinde ne varmış?” diyerek soruma karşın soru cümlesini yöneltiyor ve devam ediyor: “Hadi tembel kadın, şimdi bize bir kahve yap, kahvelerimizi içerken, sen de anlat içinin boğazlı kazak cümlelerini” diyor. Mutfağa gidip kahvemizi yapıp salona geri geliyorum ve tam ona kahvesini vermek üzereyken, gözlerimin içine bakarak, Romanyalı, karamsar bir yazar olan Cioran’ın Çürümenin Kitabı’nda söyle bir paragraf var diyor ve devam ediyor: “Kökeninde yıkıma mahkûm olmayan hiçbir yeni hayat şimdiye kadar görmedim. Her insanın zaman içinde ilerleyip bunalımlı bir geviş getirmeyle kendini tecrit ettiğini, yenilenme niyetine de ümitlerini soldurup kendi içine düştüğünü gördüm” diye yazıyor. Birden tepsi elimde öylece kalıyorum. İçimden ne kadar bilgili, her şeyden de haberi var diyorum. Birden kahvesi elinde yudumlarken “hadi seni dinliyorum anlat” diyor. Tam anlatmaya başlayacağım “şu ayağındaki terliğin tekini buldum” diyerek gözüme sokar gibi elime uzatıveriyor. Tüm anlatacaklarım da o an birden aklımın odalarından uçuveriyor. Kahvemden bir yudum alıp, bir de sigaramı yakınca, aklımdan uçuveren cümleler beynimin odalarına geri geldiklerini, sıkış tıkış oturuverdiklerini başımın birden ağrımaya başlamasıyla hissediyorum. Onları o sıkışıklıktan kurtarmak, başımın ağrısına bir son vermek ve aklımı yerinde tutabilmek için başlıyorum konuşmaya.
Susarken en güzel cümleleri yazardık be hüzün hanım, ama kimse okumazdı, göremezdi, dokunamazdı. Küçücük avuçlarımızdan minik kuşlar uçuramayışımızın tek sebebi kendimiz olamayız değil mi? Bir zamanlar biz, gök gri iken yağmuru bekleyen çocuklardık değil mi? Gri bulutların üstündeki maviyi hiç görmememiz, penceremiz hep griye gebe kalması bizim suçumuz değil, değil mi? Bir zamanlar, Cam kenarlarına oturup hayatı seyretmek gibiydi, düşlerimiz. Ne düşümüzü bulabildik ne de kendimiz kalabildik. Her gün biraz daha yenildik, pes ettik. Ama biz, bir Anka kuşu değiliz ki, külümüzden yeniden doğmak gibi bir hünerim olsun. Biz, kendimizi kırmızı pabuçlarını çok seven küçük bir kızın düşlerinde kendimizin sandığımız duygularımızı kaybettik.
Kimse kimseyi anlamaya çalışmıyor hüzün hanım. Herkes kendi hikâyesini unutturacak hikâyeler arıyor. Ya da başka hikâyelere girmeye çalışıyor. Kimse kendi hikâyesinden memnun değil. Neden böyle olduk hüzün hanım? Neden kendi hikâyemizdeki mutlulukları göremeyecek kadar kör olduk. Oysa ki biz dışarıda yağmurlar yağsa bile, oyununa devam eden çocuklardık. Şimdi yine yağmurlar yağıyor ve herkes bir yerlere koşuşturuyor. Benim gözlerim ise çocukları arıyor ve hiç biri yoklar hüzün hanım.
Yağmurla yıkanmaz değil mi yürekler hüzün hanım. Keşke herkes yağan yağmurla birlikte yüreklerini de açsa ve yüreklerdeki kötülükler de yıkansa ve bu kadar kötülük olmasa. Bu kadar savaşlar, bu kadar can almasa. Minicik yürekler kendi duvarlarına anne resmi yapıp uykulara dalıyor. Ya da anneler yüreklerinde kor bir ateşle zamanın akrebini arıyor hüzün hanım.
Üstümüze de en sevdiğimiz kıyafet hüzün ve başka kıyafetlerimiz ise kayıp hüzün hanım. Denizin maviliğinde kendimizi gördüğümüz aynamızı çalmışlar, hırsızlar. Ve de biz sırtımızı uçsuz bucaksız bozkırlara dayayarak teselli buluyoruz. Artık gemiler geçmeyen limanlarda oturup bekliyoruz. Ellerimizi dalgalara sallıyor, martılara umutsuzca simitler atıyoruz. Oysa ki onlar da bizleri çoktan bırakıp gitmişler.
Ne oldu bize böyle hüzün hanım?
Her gün hava soğuk ve yağmurlar yağıyor be hüzün hanım. İliklerimize kadar soğuğa da alışacağız, nelere alışmadık ki biz? Ama olsun değil mi? Önümüzde kocaman bahar bizi bekliyor. Acıyı öğrenmeden mutluluğun tadı hiç olmuyor değil mi? Hüzün hanım.
Gözlerimizi yumup tekrar kendi içimize çevirebilecek miyiz?
Oysa ki bizim yıldızlarımız vardı, tutunabileceğimiz kadar yakınımızdaydı, ama halimizin kelimeleri ile onlar da kayıp oldu. Büyük bir boşlukta bir çığlık koparmış gibi bağırdık ama sesimiz evrende dolaşıp durdu ve yine bizim kulaklarımıza doldu be hüzün hanım. Omuzlarımızdaki mavi bir hırkaydı hüzün ve hep ona sarılırken yakaladık kendimizi. Rüzgârdan dağılan saçlarımızı kaldırmak için elimizi alnımıza götürdük ve götürdüğümüz ellerimiz sanki bize ait değildi, soğuktu, yara bere içindeydi. Ve kocaman harflerimle soruyorum size hüzün hanım “mutluluk" hangi cümlelerle yazılmalı ve hangi resim ile mutluluğu anlatılmalı? “Mutluluk ne harflerde, ne de resimlerde, mutluluğu siz yitik ülkelere yolladınız, mutluluk artık yitik bir ülkede ve noktası konmamış yitik bir cümle oldu” diyor ve kahvesini son defa yudumlayıp fincanı kendine doğru çevirip kapatıyor. Neden öyle kendine doğru çevirerek kapattın diyorum. “İçimdekiler fincanın içine düşsün diye” diyor. Ben de kahvemin son yudumunu yudumluyorum ve aynı onun gibi fincanımı kapatıveriyorum. Sanki falımıza kim bakacaksa?
İçimden neyse diyerek dilimden kelimelerin çıkışını kontrol bile etmeden konuşmama devam ediyorum. O da bir çıt bile çıkarmadan bir gözü de fincanında beni dinlemeğe çalışıyor.
Masal aynamızda biriken görüntüleri, yenileriyle değiştirmeye çalışmaktan yorulduk. Görüntüleri değiştirmek gücümüzü aştığı için biz de hikâyeler uydurup yazdık. Yazdığımız bütün hikâyeleri pembe düşlerle başlatıp, gri kelimelerle sonlandırdık. Hikâyelerimizi okuyanlar neden hep gri ile sonlandırıyorsun dediler. Oysa ki yazılanların bir de görünmeyen tarafı vardı. Bütün hikâyeleri gri kelimelerle sonlandırmanın nedeni, yaşadığımız gerçek dünyaya sadece pembeler kalmasını sağlamaktı ama biz ne pembeyi bulabildik, ne de gerçek hikâyemizi yaşayabildik.
Hüzün hanım birden koltuğunda kımıldayarak ve sesinin tonunu ayarlamaya çalışarak “Yaşamayı beceremediğiniz hikâyeniz için, kendiniz için, herkes için akıp giden zamanın kıskacına sadece sevgi koyun. Geçmişe geleceğe ve şu anki zamanda hep sevgi olsun. Yalnızca sevgi iyileştiricidir. Bütün bu savaşlar, bütün bu yıkımlar, bütün bu acımasızlıklar ve ölümler sadece sevginin eksikliğinden değil mi? Gelecek için sadece ve sadece kocaman harflerle "sevgi" dileyin diyor ve benim kahve fincanıma doğru eğiliyor, fincanı eline alıp bu sefer o anlatmaya başlıyor. “Şu an zaman senin için çok uzun yazılmış bir kitap gibi ve bir türlü okuyup okuyup bitiremiyorsun ”diyor ve devam ediyor ama ben gerisini yazmıyorum.