Pek memnun olmuşa benzemiyor. Bunu tavır, davranış ve yüz ifadesinden anlamak mümkün. Kendisi 24-25 yaşlarında görünen, okkalı kilolu, ortadan biraz daha uzunca boylu, kanlı canlı birisi. Sol gözü biraz kısık bakıyor. Sırtında açık kahverengi kışlık bir ceket, ayağında da boz bir pantolon var. Bense, ondan boyca biraz kısa, zayıf ve ince yapılıyım. Yaşım da 18…

Karşımda kapıları açık iki derslik var. Pencereleri güneye bakıyor. Birinin üzerinde kartona yazılmış 1.2. sınıflar; öbüründe ise, 3.4.5. sınıflar yazısı var. Önce 1.2. sınıflar yazan dersliğe giriyorum. Okul gibi, sıralar ve oturaklar da yıpranmış. Sıvaları içeriden de yarık ve çatlak. Acemi bir elden çıkmış mevsim şeması. Eskimiş yıpranmış araç gereçler. Yazı tahtasının üzerinde rengini yitirmiş eski, camlı bir Atatürk portresi. Tahtanın yan tarafında asılı bir iki cümle...

Fikri Bey de ardımdan geliyor. Okul hakkında sorduğum sorulara isteksiz ve önemsemez bir tavırla yanıt veriyor. Geri salona çıkıp, öbür 3.4.5. sınıfların dersliğine giriyorum. Bu derslik, öbüründen biraz daha küçük… Oturak ve sıra sayısı da az.  Bu derslik de öbürü gibi yıpranmış, sıvaları yer yer çatlak. Ders levhaları da köşelerinden çivilerle gelişigüzel tutturulmuş duvara. Bu derslikteki Atatürk portresi de soluk ve eski. Öncelikle bunları, yenisiyle değiştirmeli, diyorum içimden.

Salona çıkıyoruz. Giriş salonunun iki yanında, iki oda. Birisinin kapısı iyice kağşamış. Kapı koluna bağlanan kendir ipin diğer ucu kapı pervazına çakılan çiviye tutturulup, kapatılmış. İpi çözüp, kapıyı açıyorum. Kazma, kürek, balta ve buna benzer bir yığın eski araç gereçle, kırık masa ve sıralar gelişigüzel atılmış yerlere.

Kapıyı kapatıyor, ipini takıyorum yeniden. Karşısındaki diğer odada kendisi kalıyormuş.

Odaya buyur ediyor. Giriyoruz. Tabanda bir kilim serili. Kendisine ait eşyalar... Bir masa, bir sandalye… Duvar kıyısında gazocağı, bir iki kap kacak. Köşede katlanmış yatağı ve üzerine örtülmüş battaniyesi.

“Benim bekâr odası” diyor. “Buyurun oturun.”

Yere serili kilimin üzerine oturuyorum.

O da kâğıt, kalem çıkarıyor. Köşedeki masa önündeki sandalyeye oturup, yanıt olarak göreve başlama yazımı yazıyor. Tamamlayınca, gelen giden evrak kayıt defterine işleyip uzatıyor bana. Alıp okuyorum. Yazıdaki yanlış bir anlatım dikkatimi çekiyor:

“Köyümüz İlkokuluna “vekil öğretmen” olarak tayin edilen Muzaffer Gündoğar...” diyor.

Oysa ben vekil değil, geçici öğretmendim. Bakanlıkça ortaokul ve lise mezunları için Çorum İlköğretmen okulu bünyesinde ilk kez açılmış olan “Geçiçi Öğretmenlik Kursu”ndan sınav vererek mezun olmuş ve yapılan atamamda görevim, “müdür yetkilisi ve öğretmen”di. Yani bundan böyle okul müdürü de bendim.

O yıllarda okullarımızda yeterli öğretmen olmadığı için, lise ya da ortaokul mezunları vekil öğretmen olarak atanabiliyorlardı. Vekil öğretmenleri, Milli Eğitim Müdürlükleri eğitim öğretim yılı süresince görevlendiriyor, okullar kapanınca da görevleri sona eriyordu. Fikri öğretmen yazıyı dikkatli okumadığı için olacak, aradaki bu farkı anlayamamıştı. Bir de sanıyorum; henüz sakalı bıyığı bile çıkmamış daha çok bir ortaokul öğrencisi görünümündeki beni bir şeye benzetememiş olmalıydı. 18 yaşında olmama karşın, tipim gereği yaşımdan daha küçük gösteriyordum.

Göreve başlama yazısında yaptığı bu yanlışlık için Fikri öğretmene herhangi bir uyarıda bulunmuyorum. Böyle bir uyarı, daha göreve başlamadan aramızda bir soğukluk yaratabilirdi. Yazıdaki ifadeyi Sungurlu İlköğretim Müdürlüğü değerlendirmeliydi.

Birlikte dışarı çıkıyoruz. Okulun yanındaki yapıyı işaret ederek:

“Burası da öğretmen lojmanı olmalı...” diyorum.

“Evet. Ama durulamayacak kadar harap.”

“Yine de bir bakalım.”

Yürüyoruz.

(SÜRECEK)