Kendi Değerine Yabancı Bir Şehrin Hikâyesi

Abone Ol

Hayat bazen tam da en güzel yerindeyken durur. Umuda, sevgiye, yaşama dair tüm güzel duygular içimizi doldurmuşken… Bir haber gelir, ansızın. Bir telefon çalar, bir cümle söylenir ve dünya bir anda başka bir renge bürünür. İnsan, sevgiyle yaşarken bile kaybı öğrenmek zorundadır. Ama kaybettiğiyle eksilir, ama hatıralarla şekillenir, Onunla paylaştığın sevgiler, senin içindeki en insanca tarafı büyütür.

Hasan Abimin (Alakoç) kaybından sonra bu duygu ve düşüncelerle bilgisayara oturdum ve Mehmet Abinin (Yolyapar) “Değerlerinizi Algılayamazsanız Bu Kente Yazık Etmiş Olursunuz” yazısını örnek alarak ben de bu konuda bir yazı kaleme almak istedim.

Bir şehir düşünün…

Binlerce yıl önce Kadeş Barış Antlaşması ile insanlığa barışı öğreten, adaleti yazıya döken, Kraliçe Puduhepa ile kadın gücünün ve bilgeliğin simgesi olmuş bir şehir. Bugün Birleşmiş Milletler binasında asılı duran Kadeş Antlaşması’nın bir kopyası, aslında Çorum’un dünya barış tarihindeki yerini sembolize eder. Bir anlamda, bugün “uluslararası diplomasi” dediğimiz kavramın kökleri bu şehirde atılmıştır.

Günümüzde ise hâlâ aynı topraklarda yaşam devam ediyor. Kökleri derin, tarihi büyük, potansiyeli yüksek bir şehir… Ama aynı zamanda kendi değerine en az inanan insanlardan oluşan kentlerden biri. İşte o şehir Çorum.

Bu şehirde yaşayan birçok insan, Çorum’u sevmekten çok kendini ona katlanmak zorunda hissediyor. Bir gurur kaynağı olması gereken tarih, adeta bir şehrin omuzlarına yüklenmiş bir yük gibi görülüyor. Oysa şehirler, kendi halkının inancıyla büyür. İnançsız şehir, büyüyemez.

KENDİNE YABANCILAŞMANIN SESSİZLİĞİ

Çorumlular, çoğu zaman kendi şehirlerinin büyüklüğünü başkalarının ağzından duyduklarında şaşırıyorlar. “Hititlerin Başkenti” denilince gururlanıyorlar ama Hattuşa’yı yıllardır görmeyen binlerce Çorumlu var.

Alacahöyük, Boğazkale ve Yazılıkaya… Yabancı turistler için “medeniyetin doğduğu yer”, ama Çorumlular için çoğu zaman “gidilecek bir yer” bile değil. Sadece taş yığınından ibaret bir yer.

Şapinuva, Hititlerin ikinci başkenti olarak adlandırılıyor. Özellikle Atatürk’ün hedefleri doğrultusunda Şapinuva gibi büyük bir Hitit kentini, kadın bir bilim insanının bulmuş olması da burayı her yönden özel kılıyor.

Bu kendine yabancılaşma sadece geçmişle ilgili değil, bugüne de yansımış durumda. Çorum’da maalesef kendi üreticisini, sanatçısını, fikir insanını desteklemek yerine, “dışarıda olanı” alkışlamayı tercih eden bir kültür oluşmuş durumda. Bir başarı hikâyesi ancak “Çorum dışına çıkınca” fark ediliyor. Çorum’da değer görmek için, önce Çorum’dan gitmek gerekiyor.
KÜÇÜMSEME KÜLTÜRÜ: EN BÜYÜK ENGEL

Bir başka gerçek: Çorum’da, Çorumlunun Çorumluyu beğenmemesi gibi tuhaf bir alışkanlık var. Bir girişimci bir şey yapmaya kalksa hemen kuşkuyla bakılıyor. Bir sanatçı sesini duyursa, “kim sanmış kendini” deniyor. Bir fikir adamı eleştiri getirse, “fazla konuşuyor” diye suçlanıyor.

Bu anlayış, şehri ileri değil, geriye taşıyor. Çünkü küçümseme kültürü, üretim kültürünü öldürüyor. Yıllar içinde bu yaklaşım, kabuğunu kıramayan bir toplumsal psikolojiye dönüşmüş durumda. Sanki “başarmak” değil, “idare etmek” makbul görülüyor.
SAHİPLENME DUYGUSU

Sanayi, kültür, eğitim, turizm, gastronomi ve spor kenti olma yolunda hedefler ortaya koyan Çorum’un, ülke çapında bir marka kente dönüşememesinin en büyük nedeni bence “sahiplenme duygusunun” olmaması…

Mehmet Abi yazısının bir yerinde diyor ki “İki önemli konuda başarısız kaldım: Biri Çorum’a havalimanı kurulmasını sağlayamamak, ikincisi de Çorumlu hemşerilerime, Hitit uygarlığının önemini bir türlü anlatamamak.”

Gerçekten de Hitit uygarlığının hem Türkiye hem de dünya için önemini yeterince anlatamadık. Ekonomist ve yazar Mahfi Eğilmez, bu konuda büyük çaba gösterdi. Garanti Bankası’nın “Anadolu Sohbetleri” programını Çorum’da düzenledi, köşe yazarlarını Alacahöyük ve Boğazkale’ye getirdi, Şapinuva kazılarını ziyaret etti. Anitta’nın Laneti kitabının tanıtımını burada yaptı, aynı adla bir drama-belgesel çekti. İstanbul başta olmak üzere birçok yerde Hititlerle ilgili etkinliklerde konuşmacı olarak yer aldı.

Ama ne yazık ki o dönemde hiçbir yetkili ilgilenmedi. Ben ve Mehmet Abi dışında kimse katılmadı, kimse destek vermedi. Bu ilgisizliği Çorum’da katıldığı bir programda açık açık söyledi. “Vali ve Belediye Başkanı benim programlarıma neden gelmiyor” diye sormak zorunda kaldı. Sonra O da sustu. Bir şehre inanan bir insanın sessizliği, aslında o şehrin kaybıdır.

Bir şehir, sakinlerinin enerjisiyle nefes alır. Ama Çorum’da o enerji çoğu zaman içe dönük, sessiz, temkinli bir hâlde. Sanki herkes bir şeylerin değişmesi gerektiğini biliyor ama kimse ilk adımı atmak istemiyor. Bu sessizlik, yıllar içinde bir kabuğa dönüşüyor. Ve o kabuk, şehrin gerçek potansiyelini hapsediyor.

YENİDEN İNANÇ ZAMANI

Çorum’un yeniden doğuşu, Çorumlunun kendi şehrine inanmasının eseri olacak. Birlikte hareket edebilen, ortak akıl üretebilen, “ben değil biz” diyebilen bir toplumsal irade gerekiyor.

Bu şehir, barışın (Kadeş Antlaşması), adaletin (Hitit Yasaları), bilgeliğin (Puduhepa) topraklarında kuruldu. O ruh yeniden canlanabilir- eğer biz istersek. Her Çorumlu kendi şehrine bir parça gönlünü koyarsa, Çorum yalnızca geçmişiyle değil, geleceğiyle de konuşulan bir şehir olur.

SON SÖZ: ŞEHİR, KENDİSİNİ SEVENLERLE VAR OLUR

Bir şehir, tabelasıyla değil; insanıyla anlam kazanır. Sahip çıkmayan bir halk, en güzel şehri bile sıradanlaştırır. Ama inanan, üreten, paylaşan insanlar bir araya gelirse; en sessiz şehir bile yeniden hayat bulur, can bulur.

Çorum’un bugünkü en büyük sorunu, “tanınmamak” değil, “inanmamak.” O inancı yeniden kazandırmak ise, tam da bu topraklarda yaşayanların elinde. Çorum’un gerçek dönüşümü, bu inananların, sessizliği bozanların çoğalmasıyla mümkün olacak.

Belki de artık şu sorunun cevabını verme zamanı geldi: “Biz bu şehri gerçekten seviyor muyuz, yoksa sadece burada mı yaşıyoruz?”