Kanatsız da uçulur

Abone Ol

Yazıyla, harflerle elbet, kuşların ilişkisini çözdüğümde kanatsız da uçulabildiğinin farkına vardım. Yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı doğru, ayrıca soldan sağa ve sağdan sola da yazılabilen bir alfabeydi bu. Tıpkı kuşlar gibi.

Demiştim ki kedileri hatırladım. Evlerinden ne kadar uzağa bırakırsanız bırakın sonunda evlerinin yolunu bulabilen canları. Yön duygusu salt kedilerde değil bir harf oluşumu olan yazıda da vardı şüphesiz.

Kendilerinin de bir sesi olduğunu fark etmesi kaçıncı şaşkınlığıydı acaba insanın? Konuşmak ise insanlar arası iletişimde sıçramalı gelişmenin eşiğiydi şüphesiz. Mağara duvarlarına resimler çizmek ise toplumsal/kolektif hafızanın kök hücresiydi elbette. Şeylere bir ad vermek, şeyler isimlerini bilmese de… Bu icat, mağara duvar resimlerinden önce miydi, sonra mı yoksa? Belki de eşzamanlıydı.

Zaman içinde hemen her toplumdaki şaman ayinlerindeki müzik, şiir ve dansın cenin hâlinin mağara duvar resimleri olduğunu söylemek elbette abartı olmaz.

Böylece sanatların insanın kendini, doğayı ve toplumsal ilişkileri anlama ve anlatmada önem ve değeri anlaşılacaktır. Yaşanmış, yaşanmamış ve yaşanamamış üçgeninden bir prizma yaparak bakmak ve görülenin kurgulanmasıyla bir metin oluşturmak. Söylemi et ve kemikle buluştururken ona bir de ruh üfleyen bir eylemdir bu. Tek kelimeyle söylersek sanat.

"Sanat ne bir oyun ne de bir eğlencedir, o ancak ruhun dışarıya vurarak, kendisini göstermesi ihtiyacıdır" der E. G. Benite.

Bu anlama ve anlatma yolculuğunda şiir, müzik ve danstaki sayılar matematiğin de keşfidir. Şiirde hece sayısı, o söze müzik yapılırken ritmin sayıları ve danstaki adım sayıları. Bu döngü sıfırın icadı ile bir diğer sıçramalı gelişmeyi beraberinde getirecektir. Evrensel bir imdir sıfır, sınır tanımazlığı hiçliğin. Kaç olursa olsun saymacadaki bir birdir elbet.

Destanlar, mitos/efsaneler ve masallarla sözlü kültürün uzun akan ırmağıdır zaman. Yazının toplumlarda yaygınlaşması bu yolculuğun uzamasının temel sebebidir.

Buradan halk hikâyelerine geçilir. Hikâyeden öyküye geçiş ise Aydınlanma çağına kadar sürer. Kant’ın kendi aklını kullanma yetisinin oluşması. Öncekiler için “ortak aklın” yönlendirmesiyle kaleme alınan metinlerdir diyebiliriz. Kendi öyküsünü salt kendi aklına dayanarak kurgulaması bir diğer deyişle bireyin kendi kozasını örmesi ve o kozadan kelebek olarak çıkmasıdır.

Roman ise batı Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi, ikinci köleci çağın sömürgecilikle başlaması (birinci köleci çağ antik dönemdedir, üçüncü köleci çağı 21. yüzyılda yaşatıyorlar bize) sömürgelerden gelen kaynaklarla sanayileşmenin finanse edilmesiyle başlayan yeni toplumsal yapıya “modern” adı verilir. Sözcük ve kavramlar bir ihtiyaç sonucu oluşurlar. Nerede? Avrupa’nın batısında. Bu değişim ve dönüşümün dünyanın her yerinde olduğunu düşünmek ise aklın doğasına aykırıdır.

Bu süreç edebiyata “deneme” türünü de getirecektir.

Kadrajı kaydırırsak…

"Yaratılış vizyonla başlar...” der Henri Matisse (1869-1954) “Günlük yaşamımızda gördüğümüz her şey edinilmiş alışkanlıklarla aşağı yukarı çarpıtılır... Bir şeyleri çarpıtmadan görmek için gereken çaba bir çeşit cesaret ister... Her şeye ilk defa görüyormuş gibi bakmak zorunda olan sanatçı için önemli bir şeydir. Sanat eseri, böylece uzun bir gelişim sürecinin doruk noktasıdır. Sanatçı, içsel görüşünü besleyebilecek her şeyi çevresinden alır... Ustalaştığı tüm formlarla kendini içten zenginleştirir ve bir gün yeni bir ritim içine gireceği" onun yol hâlidir.