Bir fotoğrafa uzun uzun bakmak, artık neredeyse unutulmuş bir alışkanlık. Her şeyin dijitalleştiği bu çağda, binlerce fotoğraf birer veri dosyası gibi gözümüzün önünden geçip gidiyor. Kaydırıyoruz, beğeniyoruz, geçiyoruz.
Ama bazen… Bazen bir karede zaman duruyor. Kalbimiz bir an ürperiyor. Bir yüz, bir bakış, bir detay bizi yıllar öncesine fırlatıyor.
İşte tam o anda başlıyor hikâye. Her kare her yüz ayrı bir öykü, ayrı bir heyecan, bir şiir.
Fotoğraflar, sadece görüntü değildir. Onlar, zamanın ruhunu saklar. Bir dönem, bir his, bir suskunluk, bir gülümseme… Hafifçe sararmış, kenarı kıvrılmış bir siyah-beyaz kareye baktığınızda, elinize aldığınız şey sadece bir kâğıt değil, bir yaşamdır. Belki dedenin takım elbisesiyle çekilmiş bir bayram fotoğrafı, belki annenin gençlik yıllarındaki gülüşü… Ve belki de kim olduğunu bile bilmediğiniz ama sizin bir parçanızı taşıyan yüzler…
Cumhuriyet’in ilk yıllarından kalma bir aile fotoğrafını gözünüzün önüne getirin. Fesler çıkmış, yerini fötr şapkalar almış. Kadınlar, peçeden sonra başlarına küçük boneler takmış; yüzler açık ama utangaç, tedirgin, ama umutlu. Büyükler ortada, kadın erkek yan yana. Çocuklar diz çökmüş, simetrik bir düzen içinde. Hepsi kameraya bakıyor; belki de ilk defa bir fotoğrafçı karşısındalar. Ama o karede yalnızca insanlar yok; Cumhuriyet’in heyecanı, toplumsal dönüşümün sancısı, umutla yoğrulmuş bir gelecek inancı da var.
Bir başka karede ise 1940’ların savaş yılları… Genç Türkiye Cumhuriyeti, dışarıda alev alev yanan savaşın ortasında tarafsız kalmaya çalışıyor. Her evde bir radyo, herkes kulağını ona vermiş. Bir fotoğraf geliyor gözümün önüne: Eski bir masa, üstünde lambalı bir radyo, çevresinde suskun bir aile. Belli ki o an, sadece bir kare değil; endişenin, belirsizliğin, ama yine de birlikteliğin bir belgesi.
Fotoğraflar sadece geçmişin değil, aynı zamanda insanlığın ortak belleğidir. Bir kadraj, bir toplumun geçirdiği dönüşümün tanığı olabilir. Kıyafetler, duruşlar, bakışlar; her biri sosyolojik bir belge gibi karşımıza çıkar. Hangi dönemde neye inanıldığı, nasıl yaşandığı, nasıl hayal kurulduğu fotoğraflardan okunur. Gözler anlatır, eller konuşur, arka plandaki duvar bile suskun bir tarih olur.
Ve işte bu yüzden, dijitalleştirme arzusu doğar. Bu kadar hızlı yaşarken, kaybolmasın isteriz anılar. Albümlerde sararan, çekmecelerde unutulan o karelerin geleceğe taşınmasını isteriz. Sadece bir yüzü değil, bir hissi de korumaya çalışırız. Çocuklar, torunlar, onların torunları… Kim olduğumuzu bilsinler diye.
Çünkü biz bazen neyi, neden yaşadığımızı unuturuz. Ama bir fotoğraf, hiç beklemediğimiz bir anda bize kim olduğumuzu hatırlatabilir.
Zamanın ruhu, bazen tek bir karede saklıdır. Şimdi eski fotoğraflarımızı karıştırıp küçük anılara doğru bir zaman yolculuğuna ne dersiniz ?
Öğretmen Şahika Çağlar.
Dayısı, merhum Ümit Çağlar’la…