CANI SAĞ OLANA
Yazları ne değin
sıcak ve kuraksa,
kışları da öylesine
çetindi köyümün.
Kuşatmasında kalırdı
aylarca karın ve soğuğun.
İnsanlar;
odun ve tezekle
ısınan evlerinde,
kapanır kalırlardı
bir tutsak gibi günlerce.
Yokluk-yoksulluk,
kış-kıyamet
kardeşti ölümle.
Köylü için,
yağan kar değil gökten,
dert ve tasaydı sanki.
Çünkü;
komşunun komşuya
gidemediği köyde,
hastalık kol gezerdi
yedinde ölümle.
Hastalıklar
en çok bebeleri,
çocukları yoklardı.
O körpe bedenleri,
daha kolay haklardı.
Kapılar, ne değin
sıkı kapatılırsa kapatılsın;
belki soğuk giremezdi ama,
salgın hastalıklar girerdi,
ölüm girerdi yine de.
Halk deyimiyle;
kepeği tükenmişse kişinin.
Yani;
bebelerden,
çocuklardan,
yaşlılardan birinin;
bir şey gelmezdi elden.
Çünkü;
engel yoktu “Canalıcı”ya.
Çocuk, yaşlı demez;
çalar tırpanını,
alır giderdi canını
sırası gelmişin.
Yaşlılar utanırlardı,
sıra sıra dizilen
çocuk mezarlarından.
Ağıt evi olurdu
sırayla köy evleri.
Yaşanan acılardan
en çok da,
anaların dağlıydı
yürekleri.
Çocukluğumuzda
bizler de
zaman zaman
hastalanarak,
ağız dil vermeden
ateşler içinde yanarak,
günler, geceler boyu
cebelleşirdik ölümle.
Yaşamla ölüm arasındaki
kıldan sayrı salıncağında;
dünyadan habersiz,
gider, gelirdik.
Yaşamak içinse,
büyük uğraş verirdik.
Tülbentlerin ıslaklığı da
almazdı ateşimizi.
Buharlaşırdı bedenimize
değer değmez.
Analarımız;
umarla umarsızlığın,
umutla umutsuzluğun
kesişim çizgisinde,
dudaklarında duayla
ışıtırlardı günü, başucumuzda
gözlerini kırpmadan.
Zamanla
ateşimizin düşmesi,
gözümüzü açmamız,
ardından da:
“Ana acıktım!” dememiz
dünyayı bağışlardı onlara.
Analar;
sevinç göz yaşlarıyla
ellerini açarak havaya,
kefeni yırtan biz yavruları için,
şükrederlerdi Mevla’ya.
Kimi çocuklar,
şanslı değillerdi
bizler kadar.
Onlar;
dünyayı tanımadan,
biraz yaşamadan
göç ederlerdi
bir başka dünyaya.
Şimdi belki siz;
altmış-yetmiş yıl önceyi de
bugünkü gibi sanacak;
doktor, hastane,
ilaç adı anacaksınız.
Oysa ki;
o zamanlar kışın,
kentlere yol nerde?
Taşıt nerde?
Doktor-ilaç nerde?
Hastane nerdeydi?
Say ki onlar;
ovaları geçilmez,
dağları aşılmaz,
Kafdağı’nın ardındaki
ulaşılmaz
bir masal ülkesindeydi.
Onların yerine köylerde
“Şifa Nineler” vardı.
Salt hastalar değil;
darda, bunda kalanlar da
bir umar için
onlara koşarlardı.
Bizim köyümüzde de
yetmişinde,
belki sekseninde
“Duduş’un Haçça Nine” vardı.
O da sizin köyün
“Şifa Ninesi”ydi.
Yani,
hem hekimi,
hem ebesiydi.
O yaptırırdı doğumları,
gebe kadınlara.
Bir başka can,
veda ederken akşama;
onun elinde
“Merhaba” derdi,
yeni bir can yaşama.
“Kocakarı ilacı” da
yapardı hastalarına.
Kurşun döker,
“üzellik” tütütürdü
nazar değmişlere.
Ayrıca; okuyup, üflediği
bir suyu içirirdi
başının ağrısı tutanlara,
şifa niyetine.
Bir de;
halk arasında
“Lokman Hekim İlaçları”
olarak nitelenen
ilaçlar yapardı hastalarına,
bildiği bitkilerden.
“Kara gün dediğin
kararıp kalmaz” ya hep.
Gün gelecek,
o da geçecektir.
Güneşin açmasıyla birlikte
havalar ılıyacak,
karlar eriyecek,
yollar açılacaktır.
Kışın yerini ise,
“bahar” alacaktır
günün birinde.
Sonunda;
evlerde un-ekmek azalmış,
yakacaklar bitmiş,
hayvanların
otu-samanı tükenmiş;
ölenlerin yerineyse,
birkaç bebe
eklenmiş olarak
çıkılırdı “hazan bahar”a.
Uzun sürmüş bir savaştan
acılarla,
yitimlerle,
ama
utkuyla çıkmış gibi.
Bu yıl da kırılmıştır
kışın beli.
Gelecek yılaysa,
Allah kerimdir,
canı sağ olana.