“Ne ise,” dedi Cemre. “Yorulduk, çatacak birilerini arıyoruz. Buraya çıkmak için kimse zorlamadı bizi. Kendimiz tav olduk buna. Büyükbabam duysa ne kadar üzülür. Yorgunluktan burada birbirimizi yiyeceğimize, onun bizim için gösterdiği ilgiye, sevgiye ve özveriye layık olmaya çalışalım.”

“Tamam, Prenses,” dedi Özgün. “İkimiz de yanlış yaptık. Tepkili davrandık birbirimize. Ben özür diliyorum Şehzade’den.”

“Ha şöyle,” dedi Cemre. “Ya sen Şehzade? Bunu Büyükbaba’mın duymasını, onun üzülmesini ister misiniz?”

“Ben de Prens’ten özür diliyorum,” dedi Emre.

Kalktı, kucakladı Özgün’ü. O da ona sarıldı.

Tatlıya bağlanmıştı konu.

“Buradan geri dönmeden şöyle bir seyredelim aşağıları, karşı dağları,” dedi Özgün.

“Seyredelim,” dedi Emre.

Çok yüksekteydiler. Karadağ’ın arkasında iki sıradağ daha vardı. Karadağ’ın koyu rengine karşın, gerideki dağlar da uzaklığına göre koyu maviden maviye, maviden açık maviye dönüşüyordu.

DAĞIN DORUĞU

Zafer Bey bir süre sonra uzandığı yerden doğruldu. Çantasından defterini, kalemini çıkararak kısa kısa notlar aldı. Yazacağını yazıp defterini kapattı. Sonra kalkıp kirazı soğuk suyun gözüne koydu. Çantasından çıkardığı kitaba dalmıştı ki, çocuklar çıkageldiler.

“Merhaba Büyükbaba,” dediler.

“Merhaba,” dedi. “Ne yaptınız? Gezdiniz mi?”

“Meşeliğin üstüne kadar çıktık,” dedi Emre. “Doruğa az kalmıştık ama oradan geri döndük.”

Zafer Bey gülerek:

“Çıksaydınız doruğa kadar, ellerinizi uzattığınızda gökyüzüne  değebilirdiniz belki.” dedi.

Özgün şaşkınca sordu:

“Bu ne demek şimdi Büyükbaba?! Açıkçası anlamadım ben.”

“Çocuklar,” dedi Zafer Bey. “Bizler küçücük çocukken, ilkokula bile gitmezken dünyayı Akdağ’la, Karadağ’ın arası olarak bilirdik. O nedenledir ki; Akdağ’ın ya da Karadağ’ın doruğuna çıkacak olursak, göğü, yani gökyüzünü tutacağımızı sanırdık. Şimdi o geldi aklıma da, onun için öyle söyledim.”

“İlginç,” dedi Cemre. “Biz böyle bir şeyi düşünmemiştik hiç.”

“Ne ise,” dedi Emre. “Bir sonraki çıkışımızda hem elimizi, hem de başımızı değdiririz gökyüzüne.”

“Oradan aşağıların görünümü nasıldı?”

“Olağanüstüydü,” dedi Cemre. “Doğal görünümü çok güzel! İnsan ne havasına, ne doğasına,  ne de suyuna doyamıyor buraların!..”

“Şimdi anladınız mı benim köy sevdamı. Köye her gelişimde de, neden kendimi dağlara vurduğumu?”

“Anladık Büyükbaba,” dediler.

Çocuklar serinlemek için suyun kaynağına yöneldiklerinde Zafer Bey:

“Sudaki kirazı da getiriverin çocuklar,” dedi.

“Tamam, Büyükbabacığım,” dedi Cemre.

Çocuklar ellerini yüzlerini yıkayıp, susuzluklarını da giderdikten sonra, gelip oturdular Büyükbaba’larının yanına. Kiraz poşetini de açarak ortalarına koydu Cemre.

“Hadi buyurun!” dedi. “İçimiz serinlesin.”

“Serinlesin,” dediler, yemeye koyuldular.

KÖYE DÖNÜŞ

İkindiye doğru da kalktılar, Akçapınar’a vardılar. Oradan da su harkının kıyısını izleyerek Şarıldak’a aşağı indiler. Sıcak hava iyice bunaltmış, iniş de oldukça yormuştu onları. Çünkü çok dikti dağın yamacı. Bu tür yolculuğu da ilk kez yapıyorlardı. Açıkçası alışkın değillerdi çocuklar böyle dağ taş yürümeye.

Eve ulaştıklarında bacakları iyice durmuştu sanki. Girişte ellerini yüzlerini yıkayıp, yukarı çıktılar.

Anneanneleri evdeydi.

“Hoş geldiniz çocuklar,” dedi.

“Hoş bulduk anneanne!” diyen çocukların her birisi bir yana serildi kaldı yorgunluktan.

“Yoruldunuz mu çocuklar?” dedi Ayşe Hanım. “Nereleri gezdiniz?”

“Öldük, bittik, anneanne!” dedi Özgün.

Ayşe Hanım Zafer Bey’e dönerek:

“Nereye götürdün de yordun bu çocukları böyle?”dedi.

Zafer Bey de güldü:

“Gökyüzüne dokunmak için Akdağ’a çıktık ama başaramadık’” dedi.

“Nasıl?!..” dedi Ayşe Hanım şaşkınlıkla. “Dağa mı çıktınız? Şu çocuklar dağa çıkabilir mi hiç? Vah benim yavrularım!.. Demek dağa çıkarıp hamlattın bunları öyle mi?”

“Yahu,” dedi Zafer Bey. “Benim yorulup yorulmadığımı sormuyor da; onları soruyor. Varsa da yoksa da gözünde torunları bu kadının.”

SÜRECEK