Adına terör de denilse, kirli bir savaş ya da düşük
yoğunluklu savaş da denilse, 27 yıldır süren bu çatışmalar 40 binden fazla cana
mal oldu. Her gün birkaç şehit daha eklenerek, her gün birkaç eve daha ateş
düşürülerek. Ve 19 Ekim'de, Hakkari-Çukurca'da 24 evin ocağına daha ateş
düşürüldü.
Dört ay önce seçim olmuş, temsil gücü yüksek bir meclis
oluşmuş, tabu olan Kürt sorunu birkaç yıldır dillendirilmiş, bu sorunun çözümü
için bir arayış başlatılmış, yeni bir anayasa gündeme gelmişti.
Tam da bu sırada 24 asker şehit edildi. İşte düşündürücü
olan da budur. Özellikle siyasetin düşünmesi gereken, işte bu durumdur. Neden
acaba?
-Yoksa Türkiye daha büyük bir felaketin içine mi çekilmek
isteniyor?
-Ortadoğu'da bir bataklığın içine mi çekilmek isteniyor?
-Ya da bir iç savaşın başlatılması mı isteniyor?
-Bu güne kadar öfkesini içine atan, tahriklere kapılmayan
toplum, özellikle kışkırtılmak mı isteniyor?
Önceki bir yazımda, bir Osmanlı toprağı olan Kürt kökenli
yurttaşlarımızın yaşadığı bölgenin, İngiliz emperyalistleri tarafından Lozan
anlaşmasıyla dört ülkeye paylaştırıldığını belirtmiştim. Bu dört ülkenin, bu
paylaşımın nedenini hiç düşünmediği gibi, birbiriyle dostluk kurup ortak bir
siyaset oluşturamadıklarını belirtmiştim.
Oysaki bir gün bu Kürt kimliğinin uyanacağı ya da
uyandırılacağı bilinmeliydi. Bağlı bulundukları ülkede kimlik mücadelesinin,
bölgenin kaynaklarını sömüren emperyal ülkelerce tahrik edileceği ve
destekleneceği düşünülmeliydi.
Nitekim bu kimlik mücadelesi, Irak'ta ABD desteğiyle
başarıya ulaştı. Yine ABD destekli olarak İran'da, Suriye'de devam ediyor.
Türkiye'deki bu kimlik mücadelesinin de destek görmediğini söyleyemeyiz.
İşte bölge ülkelerine ve de özellikle Türkiye yöneticilerine
düşen görev, emperyal devletlerin bu kimliği kullanmasına fırsat vermeden
sorunu çözmeleriydi. Ama öncelikle böyle bir sorunu kabul etmeleriydi.
88 yıllık süre içinde doğudaki feodal ve ilkel sosyal yapıyı
tasfiye eden bir süreç başlatılmalıydı. Anadolu'nun doğusunu batısı gibi
modernleştiren bir program uygulanabilmeliydi. Daha modern cezaevi yapmak
yerine, bölgenin ekonomik olarak kalkınması sağlanabilmeliydi. Dilini,
türküsünü, kültürünü yasaklamak yerine bunları bir Türkiye yurttaşı olarak
özgürce yaşayabileceği ortam oluşturulmalıydı...
İşte bu gün bu yapılmayanlar fırsat olarak değerlendirildi.
Devlete karşı etnik kimlik başkaldırısı olarak çıktı.
Jandarma Genel Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı
yapmış olan Emekli Org. Aytaç Yalman bu durumu şöyle özetlemişti:
"Anadilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek
istiyor. Kültürünü yaşamak istiyor. Oysa biz, o dönemde Kürt yoktur diye
eğitildik. Kürt'leri Türk'lerin bir kolu gibi gördük. Karda kart-kurt sesler
çıktığı için Kürt denilmiştir gibi tarifler dolaştı. O dönemde 'sosyal
istekleri' bile biz 'yıkıcı faaliyetler' kapsamında gördük" demişti Org.
Aytaç Yalman, Fikret Bila ile yapılan söyleşide.
20 Temmuz 2010 tarihli "Açılım Üzerine" ve 18
Temmuz 2011 tarihli "Silvan'daki 13 şehit üzerine" olan yazımda bir
tespit yapmıştım. Bu tespit şöyleydi:
"Son 30 yılda doğu ve güneydoğuda askerlik yapan 5
milyonu aşkın gencimizin birinci derece akrabalarıyla, bölgeden ve giderek
bölge halkından nefret eden en az 30 milyonluk bir halk kitlesi oluştu.
1984'ten bu güne 30 yaşın altında, çatışma ortamında doğan
ve devletine nefret duygusuyla doldurulmuş yüz binlerce Kürt genci var bu gün.
27 yıldır yapılan cenaze törenleri yürekleri yakarken, iki
tarafta da toplumsal nefretin yükselmesinden başka akan kan durdurulmadı ya da
durdurulamadı" demiştim.
Ne yazık ki bu ülkeyi, birbirinden uzaklaşan ve birbirinden
nefret eden iki topluma dönüştürmüş olduk.
Bugün asker üzerine düşeni yapmaktadır. Ama asıl görev
siyasetindir. Artık "terör"le "Kürt Sorunu" ayrılmalı, bu
sorun siyasetin iradesiyle çözülmelidir. Devletinden uzaklaşan bu toplum
yeniden kazanılmalıdır. Sorun, bölgeyi sömüren emperyalistlerin eline terk
edilmemelidir.
Olayın boyutunun, "uluslararası güçlerin" müdahale
çizgisine doğru kaydığı ve kaydırıldığı görülmelidir. Ki, bu "uluslararası
güçlerin" kim olduğu da bellidir!
Türkiye'nin sorunu bu gelişmeleri, ufku dar olan siyasi
bakışların görememesidir. Yaşanan bu acıların, içerde siyasi malzeme olarak
kullanılmasıdır.
Askeri önlemlerle belki toplumun biriken öfkesi bir ölçüde
söndürülebilir ama nihaî çözümü siyaset üretmelidir. Bu sorun partiler arası
polemik yapılmamalıdır. Milli bir sorun olduğu unutulmamalıdır.
Siyasi partiler tabanlarına ve topluma hitap ederken
toplumsal barışa yönelik bir dil kullanmalıdır.
Bu olaylar ve bu sorun iktidar-muhalefet arasındaki kavgada
siyasi malzeme yapılmamalıdır.
Etnik kışkırtıcılığı çağrıştıran ifadeler kullanılmamalıdır.
Cenaze törenlerinde siyasal rant elde etmek gibi bir anlayış bırakılmalıdır.
Ve bu sorun özellikle, komşularla düşmanlığa neden
olmamalıdır.
Daha da önemlisi, Çukurca olayı "sözün bittiği
yer" olmamalıdır. Çünkü "sözün bittiği yer", dilimiz varmıyor
ama iç savaşa giden yolun işaretleridir.
Diyeceğimiz odur ki, toprakları Anadolu halkının kanıyla
sulanarak, büyük bedeller ödenerek kurulmuş bu devlete ve bu güzelim ülkeye
yazık etmeyelim.
Yeni nesile korkulu bir Türkiye bırakmayalım.