Sonra Yusuf ve Fikri öğretmenle birlikte yemek yiyoruz bir aşevinde. Ardından zaman geçirmek için, kasabayı bir baştan bir başa arşınlıyoruz. Hatta akşam birlikte sinemaya da gidip, gece aynı otelde kalmamıza karşın, Fikri öğretmen hiç konuşmuyor benimle. Kırılmış, incinmişti kendince. İyi ki yanımızda Yusuf vardı.

Ertesi gün, kalan paramın elverdiği ölçüde evimin gereksinimlerini alıyorum. Ellerimizde filelerle o gün ikindiye doğru, Ankara yönüne giden otobüslerden birisinde yerlerimizi alıyoruz. Fikri otobüste de tek kelime konuşmuyor benimle. 20 kilometre gittikten sonra köy yolunda inip, yürüyoruz köye doğru. Akşam inmek üzeredir. Köye kadar olan bir buçuk saatlik yol boyunca Fikri öğretmenin ağzını bıçak açmıyor yine. Yusuf’a da “evet” ya da “hayır” biçiminde kısa sözcüklerle yanıt veriyor. Sungurlu’ya giderken neşeli, şen şakrak olan Fikri öğretmenin bu ani durgunluğuna, Yusuf Başer de bir anlam veremiyor.

Yusuf, nedenini sorduğundaysa; başının ağrıdığı söylüyor.

Doğrudur. Okul müdürlüğünün kendisinden alınıp bir “tıfıl muallime” verilmesi, elbette baş ağrıtıcı bir sorundur. Asıl baş ağrıtansa, bundan böyle maaşını hep 42 lira eksik alacak olmasıdır. Yusuf’la baş başa kaldığımızda Fikri’nin baş ağrısının gerçek nedenini anlatıyorum.

Yusuf:

“Ne demek canım. Tutup da sen zorla almamışsın ya. Hak etmişsin ki devlet sana vermiş makam ücretini. Aslında seni tebrik etmesi gerekirdi. Bir de tutmuş başım ağrıyor diye mazeret uyduruyor. Başı değil de, çekememezlikten karnı ağrıyordur.”

Okulda da benimle yüz yüze gelmekten, konuşmaktan kaçınıyor Fikri öğretmen. Ders aralarında ya odasına giriyor, derse girinceye kadar odasından çıkmıyor; ya da dışarı çıksa bile beni görmezden gelerek kendi başına geziyor ders aralarında.

Baktım bu böyle olmayacak. Yine bir ders arasında dışarıda yalnız gezinirken yanına yaklaşarak:

“Sizinle bir şey konuşabilir miyim Fikri bey” diyorum.

“Buyurun,” diyor kırgın bir ses tonuyla.

“Bakın,” diyorum. “Makam ücreti konusundan dolayı bana kırgın ve dargınsınız.”

“Yok canım. Ne alakası var.”

“Bal gibi var” diyorum. “Sizi çok iyi anlıyor ve de hak veriyorum. Birdenbire aylık maaşınızı 42 lira eksik almanız ve bundan böyle de eksik alacak olmanız elbette sizi üzmektedir.”

“Düşündüğünüz gibi değil. Biraz rahatsızım da. Durgunluğum ondandır.”

“Birbirimizi kandırmayalım Fikri bey. İlk geldiğim gün atama kararnamemdeki “müdür yetkilisi” yazısını dikkate alsaydınız, beni her yerde vekil öğretmen olarak nitelemez, İlköğretimdeki şoku da yaşamazdınız. Şimdiye kadar da çoktan alışırdınız bu duruma”

Yanıt vermiyor. Bense sözle üzerine gidiyorum.

“Ama benim için o 42 lira hiç önemli değil. Önemli olan dostluk, arkadaşlıktır. Biz eğitimciyiz. Köye, köylüye karşı da bir eğitimci olarak birlik beraberlik içinde olmamız gerekmektedir. Siz benden hem yaşça büyük, hem de mesleksel açıdan kıdemlisiniz. Sözün özü; resmiyette okul müdürü ben görünsem de makam ücretini yine size vereyim, müdürlüğü de siz yapmış görünün köylüye karşı.”

Beklemediği son cümlem üzerine birden bozuluyor Fikri öğretmen:

“Olur mu canım öyle şey?”

“Olur, olur” diyorum. “Dostluğumuzu, arkadaşlığımızı bozacaksa ben o 42 liralık makam ücretinden çoktan vazgeçtim.”

“Hayır Hocam. Olmaz öyle şey. Devlet, görev karşılığı o parayı size vermiş. O da maaşınızın bir parçası. Güle güle harcayın.”

“Böyle mi düşünüyorsunuz?”

“Evet…”

“O halde bu konuda bana kırgın değilsiniz.”

“Değilim elbet. Ben kaderime kırgınım. Biz meslektaşız, arkadaşız.”

“Teşekkür ederim o zaman.”

“Asıl ben teşekkür ederim.”

Aradaki buzlar erimiş görünüyordu şimdilik.

Dinlenme süresi bitmişti.

“Hadi derse,” diyoruz öğrencilere.

Öğrencilerden biri zili çalmaya başlıyor.

Oyunlarını bırakan çocuklar okula doğru seğirtiyorlar. Biz de peşlerinden giriyoruz sınıflarımıza.

(SÜRECEK)