Yukarıdaki resimleri incelediğiniz mi?

Baktınız mı demiyorum; incelediniz mi?

Yani resimlere yoğunlaşarak, incelediniz mi?

O resimlerden ilki, bir öğrenci gezisi sonrası, otobüsün hali.

İkincisi, yetişkinlerin yaptığı piknikler sonrası ormanın hali.

Üçüncüsü de deniz manzarası eşliğinde, çekirdek çitleyen gerzeklerin geride bıraktıkları rezilliğin hali.

Arşivimde bu tür görüntülerden o kadar çok var ki; gözüme her takıldığında içim yanar, o günüm zehir olur..

Çünkü insandan sayılan bu yaratıklarla aynı coğrafyayı, aynı ülkeyi, aynı ortamı paylaşmak zoruma gidiyor..

Bu resimler taze, yeni elime geçti.

Gördüm, inceledim; yine içim yandı, yine kahroldum.

Yahu siz nasıl insanlarsınız?

Kim yetiştirdi ya da kimler yetiştiriyor sizi; kim salıveriyor ortalığa?…

Hangi annenin, hangi babanın, hangi öğretmen(ler)in eserlerisiniz siz?

İnsanlıktan hiç mi nasibinizi almadınız?

Sağa dönüyorum siz, sola dönüyorum siz…

Önüme bakıyorum siz, arkama bakıyorum siz.

Öyle çoksunuz ki…

Hemen her yerde, her ortamdasınız.

Ormanda, ormanı kirletiyorsunuz.

Denizde, denizi kirletiyorsunuz

Trafikte, trafiği kirletiyorsunuz.

Sporda, sporu kirletiyorsunuz.

Siyasette, siyaseti kirletiyorsunuz.

Nereye baksam, nereye gitsem, geride bıraktığınız o iğrenç izleri, o iğrenç pislikleri görüyorum.

Ama…

Ama kızmıyorum, kızamıyorum size…

Sizi yetiştiren bu düzene kızıyorum.

Sizi yetiştiren annelerinize, babalarınıza, öğretmenlerinize kızıyorum.

* * *

Bu konuya çok kafa yordum, çok araştırdım, konuya ilişkin çok da yazı yazdım.

Bu bir eğitim sorunu.

Biz eğitimsiz bir toplumun, eğitimsiz insanlarıyız..

Öğretime ağırlık vermekten, çocuklarımızı eğitmeye fırsat bulamıyoruz.

Eğitim, aile içinde başlar, okullarda devam eder.

Ama biz, ailede de okulda da eğitim görevimizi yerine getirmiyoruz.

Ancak ilginçtir; bu ve buna benzer yazılarımın ardından (başta öğretmen olan kardeşim olmak üzere) öğretmenlerimizden, anında tepki alıyorum.

Hiç kimse yoğurdum ekşi demiyor.

Öğretmenlerimiz hemen hazreti(!) müfredatlarının ardına sığınıyorlar.

Diyorlar ki “efendim, müfredat dışı öğretimin dışına çıkmamız mümkün değil…”

Doğru mu?

Değil.

Geçerli bir mazeret mi?

Değil.

Biz de geçtik o sıralardan, bizim de öğretmenlerimiz oldu.

Ama bizim öğretmenlerimiz öğretimden daha fazla eğitime ağırlık verirlerdi.

Şimdi bakın yukarıdaki ilk resme.

O resmi özellikle koydum.

O resim, bir öğrenci gezisi sonrası otobüsün içler acısı durumu.

Öğretmensiz, bir öğrenci gezisi olur mu?

O otobüsün içinde mutlaka öğrencilere eşlik eden bir ya da birden fazla öğretmen vardı.

O öğretmen(ler) o öğrencilerinin yarattığı, o çevre kirliliğini görmediler mi?

O an niye, “eğitme görevlerini” yerine getirmediler?

Hem de “ uygulamalı bir eğitim fırsatı” ellerine geçmişken…

Niye, “Çocuklar, insan yattığı yerden belli olur. Toplayıp, poşetleyin artıklarınızı…” demediler…

Hazreti müfredatları orada da mı peşlerindeydi!

* * *

Diğer resimlere bakın; o resimdeki çevre kirliliğini yaratanlar da yetişkin(!) insanlar(!)…

Ya onlara ne demeli…

Hiç kimse alınmasın ya da alınan alınsın.

Hayvanlar bile böyle bir kirliliğe, sebebiyet vermez, veremez.

Nerde kaldı o zaman bizim insanlığımız?

Nasıl bir düşünceyle ya da nasıl bir düşüncesizlikle ardımızda böyle iğrenç izler bırakabiliyoruz; anlaşılır gibi değil.

Sorun, soruşturun; o kirliliği yaratanların en düşük öğretim düzeylisi (ortalama) lise öğrenimlidir.

Nasıl aldınız siz o diplomaları?

Batsın sizin gördüğünüz o öğretim de, aldığınız o diplomalar da…

Nasıl bir toplumuz biz böyle?

Kirliliğin böylesini, Batılı toplumların hiçbirinde göremezsiniz?

Neden bizim coğrafyamızda; olağan karşılanacak kadar bu tür çevre kirliliklerine tanık oluyoruz?

* * *

Sibel Onbaşıoğlu yazmış.

Diyor ki Sayın Onbaşıoğlu;

"Pikniğe gidiyor, ormanı yakıyorsun.

Sahile gidiyor, çöpünü orada bırakıyorsun.

Zıkkımlandığın bira şişelerini sağa sola fırlatıp; şişeleri kırıp, parçalıyorsun.

Yetmiyor pet şişelere işiyor, o sidikli çöpünü de utanmadan, sıkılmadan fırlatıp, atıyorsun.

Nereye gitsek senin o iğrenç izlerini görüyoruz.

Her dağ başında, her deniz kıyısında, her doğal parkta, her doğal güzellikte; bıraktığın o izlerle karşılaşıyoruz.

Dünyanın en güzel, en özel, en eski tarihi eserlerine sahip olsak ne fayda; sen en mahrem mağaraların duvarlarına bile gereksiz adını yazıyorsun.

Üstüne başına bakınca, insana benziyorsun ama ne yazık ki, insan olamıyorsun.

Çocukların, karınca yuvalarını bozuyor, bön bön bakıyorsun; çocukların sokak köpeklerini taşlıyor, sırıtıyorsun; kuşların yuvalarını dağıtıyor, kıs kıs gülüyorsun…

Sen ebeveyn olarak böyle seviyesiz ve sorumsuz bir tavır sergilersen; o çocuk yetişkin olduğu zaman neler yapmaz?

Hikâyesin sen hikâye

Kendinden başka hiç bir şeyi, hiçbir kimseyi düşünmüyorsun…

Yaşadığın gezegenin ve hatta oturduğun sokağın bile farkında değilsin.

Saçlarını jöleleyip, kıçına da o daracık kotu çekince bir şey oldum sanıyorsun.

(…)

Yazık ki biz de senin verdiğin hasarı tamir için kendimizi paralayıp duruyoruz.

Keşke hiç doğmamış olsan!

Sen ve senin gibiler olmasa; ne güzel olurdu Dünya…”

* * *

Özetleyerek, köşeme taşıdığım yazısında böyle diyor Onbaşıoğlu.

Şimdi siz, Sayın Onbaşıoğlu’na, “yanlışsın ya da haksızsın” diyebilir misiniz?

Ben diyemem…