Katılırsınız ya da katılmazsınız ama ben 1923’te başlayan Cumhuriyet dönemini ekonomi yönüyle üçe ayırırım: 1. 1923’ten A. Menderes dönemine kadar olanına “üretim toplumu”, 1950’den, Turgut Özal’ın göreve geldiği 1980li yıllara kadarına “üretim ve tüketim toplumu”, günümüze kadarına da “tüketim toplumu” derim.

Üretim toplumu insanı, var olma savaşından zaferle çıkmanın moral gücüyle gayretli, heyecanlı, bulduğuyla yetinen çevresiyle bütünleşip yardımlaşan ve bu nedenle de mutlu olmayı becerebilen bir yapıdaydı. Tek bir amacı vardı; o da daha fazla üreterek hem kendini hem de ülkesini daha güçlü yapabilmek. Hırslıydı ancak kıskanç değildi. Hırsını da komşusunun çizgisini kısaltmak için değil, kendi çizgisini uzatmak için kullanıyordu. Devletten çok fazla beklentisi yoktu; her şeyi kendi gücü ve çabasıyla gerçekleştirmeye çalışıyordu.

1950 sonrasında, insanının hayata bakışı değişmeye başladı. Artık üretmek için çalışmanın yanında, daha rahat yaşamanın yollarını da arıyordu. Basit ve sade yaşam tarzı artık ona yetmiyor, lüks yaşamın özlemini ve özentisini duyuyordu. Ancak, bedensel gücü böyle bir yaşam için yeterli değildi. Bu nedenle de teknolojiyle tanıştı ve devletten beklentileri artmaya başladı. Bu da biraz tembelleşmesine neden oldu.

1980’li yıllarla birlikte, çalışıp didinerek üretme ve bu yolla hayatını kazanma dönemi de sona erdi. Artık hayatın her anı cebindeki paranın miktarıyla orantılı olarak yaşanır oldu. Üretim ikinci plana itilip parayla her şeye sahip olunabileceği bilinci zihinlere kazınmaya başladı. Bunu gerçekleştirmek için de başvurulacak her yol mubah kabul edildi. Dürüstlük, haram-helal, adalet, yardımlaşma, liyakat, kul hakkı, vb. ahlaki ve dini kavramlar bir kenara itilerek bunların yerine zenginlik hırsı, açgözlülük, bencillik, fırsatçılık gibi kavramlara değer verilir oldu.

Ama ortada halâ bir sorun vardı. O, yokluklar ve yoksunluklar dönemi insanının genelinde var olan elindekiyle yetinme ve şükrederek mutlu olma duygusu yok olmuş, yerini sinirlilik, stres, kıskançlık, vb. insanı içten içe kemiren duygulara bırakmıştı. İnsanların gözü kendi maddi gücünü ve sahip olduklarını görmeyip, başkalarınınkine dikilmişti. Bu nedenle de kendini mutsuz hissediyor, üstelik de niçin mutlu olamadığının nedenini bir türlü bulamıyordu. Aslında her şey ortadaydı ama insanlara bunu anlatmak mümkün olmuyordu. Daha doğrusu anlamak istemiyorlardı.

Günümüz insanının en büyük sorunu işte bu. Ben de bu sorunun çözümüne ucundan bucağından da olsa küçük bir katkı vermek adına sözü bir öyküyle bağlayayım dedim. Umarım, gereken dersler çıkarılır.

Yaşlıca bir adam, kentin kenar semtlerinin birinde yıllardır oturduğu tek katlı ve küçük bir bahçesi olan evini beğenmeyip satmaya karar verir. Sıkılıp usanmıştır buralardan ve yeni bir ev alarak kendini yenilemeyi düşünür. Satışı kolaylaştırmak için de evin görülebilecek bir yerine etkileyici sözlerin olduğu bir satılık tabelası asmak ister ama ne yazması gerektiğine karar veremez. Bu nedenle de sözcükleri çok iyi kullandığını bildiği şair komşusunun yardımına başvurur.

Komşusu, çok sevdiği arkadaşının evini kolayca satabilmesi için tabelada şöyle bir yazının olmasını uygun bulur: "Satılık cennet parçası. Güzel çiçekler ve yeşil ağaçlarla süslenmiş küçük bir cennet parçası satıyorum. Avluda hiç görmediğiniz saf ve berrak suyu olan minik bir dere şırıl şırıl akıyor. Nefes kesen güzellikleriyle mis gibi kokan güllerden ve çiçeklerden başınız dönecek."

Tabelanın asılmasından çok kısa bir süre sonra kaldırıldığını gören şair komşu, evin satıldığını düşünerek memnun olur ve yeni komşusuyla tanışmak ister. Bahçe kapısından girdiğinde, önceki halinden çok daha güzel bir bahçe ile karşılaşır. Biraz ileride, sırtı dönük birinin neşeli bir şarkı mırıldanarak çalıştığını görüp ona yaklaşır ve;

-“Merhaba. Yeni komşumun böyle neşeli ve mutlu birisi olması, beni de çok sevindirdi.” diye seslenir.

Adam sesi duyarak dönüp baktığında ise büyük bir şaşkınlık geçirir. Çünkü karşısındaki yine eski komşusudur. Merakla sorar:

-“Kardeşim, sen evinden sıkılmış ve satmaya karar vermemiş miydin?” Komşusu, ağır adımlarla onun yanına gelip elini dostça omuzuna koyduktan sonra gülümseyerek cevap verir:

-"Sevgili komşum; yazdığın tabelayı okuduktan sonra, cennet gibi bir yere sahip olduğumu ve alacağım evin asla bundan daha güzel olamayacağını anladım ve satıştan vaz geçtim. İnsan, hiç kendi cennetini satar mı?” der.

Mutlu olmanın ilk adımı, sahip olduklarımızın değerini başkalarından duymadan önce fark edebilmektir… İYİ BAYRAMLAR.

DÜŞÜNEN SÖZLER:

•Eğer güneşi kaçırdım diye gözyaşı dökersen yıldızları da kaçırırsın. Rabindranath Tagore.

•İnsan ulaşamadığı her şeyin delisi, ulaştığı her şeyin nankörüdür. P. Neruda

•Fazla kurcalamayın hayatı, sağlığınız yerindeyse, vicdanınız temizse, yüreğiniz güzelse, yaşayın gitsin işte. Gerisi laf ola, beri gele. Can Yücel

•Önemli olan; hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır. Eflatun

•Yiyeceklerinizi ilaçlarınız gibi yiyin. Aksi durumda yiyeceğiniz olarak ilaçlarınızı yemek zorunda kalırsınız. RATAN NAVAL TATA

•Birçok insan mutluluğu, burnunun üstünde unuttuğu gözlük gibi etrafta arar. Nietzsche