Bu hadise sebebi ile İmam-ı Yusuf’un bir hadisesi daha var. İlginç bir olay, onu da ibreti alem için arzediyorum;

İmam-ı Yusuf sarayda malum olayın çözümü için kurulan sofrada yemeğe başlamadan ağlıyor. Harun Reşit, büyük halife, üzülüyor ve İmam-ı Yusuf’a neden ağladığını, kendisini bu sevinçi anda neyin ağlattığını soruyor. O da, hünkarım, beni şu anda ağlatan hüzün değil, elem değil, sevinç ağlamasıdır. Sebebi de şudur, deyip, anlatıyor.

İMAM-I YUSUF’UN İLGİNÇ EĞİTİM HAYATI

“İhlas ve samimiyetle azim, irade ve gayretli çalışma ile elde edilemeyecek hiçbir şey yoktur. Benim hayatım bunun isbatıdır.”

(Hanefi mezhebinin ikinci baş imamı Ebu Yusuf)

İmam-ı Ebu Yusuf, 30-35 senelik eğitim ve öğretim hayatı sonunda Abbasi devletinin en şaşaalı ve dünyanın en itibarlı ilim ve teknolojide zamanının bir numarası olan halife Harun Reşit’in başkadısı, bugünkü anlamda Anayasa mahkemesi, bütün yargı organlarının başı, devlet, millet eylem ve işlevlerinin şer’i şerife (İslam hukukuna) uygun olduğunu denetleyen ayet ve hadislere dayalı hüküm ihrac eden yüksek bilginlerin başkanı, Kadı-ül Kudat oluyor. O zaman Abbasi sarayının ve Halife Harun Reşit ve eşi Zübeyde hanım arasındaki müşkülü halledip sarayda çok katılımlı verilen yemek sofrasında sofranın muhteşemliği, çatal, kaşık, tabak ve diğer sofra aletlerinin tamamının altın, gümüş ve kıymetli madenlerinden olduğunu görünce, hocası, Allame eşsiz alim İmam-ı Azam’ın sözünü hatırlıyor ve sevincinden gözyaşı döküyor. Harun Reşit bu mutlu günümüzde sizi ağlatan nedir, diye kendisine sorunca, kendisinin bu makama gelmesinin serüvenini şöyle anlatıyor:

Ben 7-8 yaşlarımda iken, babam öldü. Anam dul, ben yetim kaldım. Son derece sıkıntı içindeydik. Anam beni az bir ücret karşılığında hem sanat öğrensin, hem de ev ekonomisine katkıda bulunmam için bir deirci ustasının yanına çırak olarak vermek üzere beni demirci dükkanına götürüyordu. Sonradan kendisinin İmam-ı Azam olduğunu öğrendiğimiz hocam Ebu Hanifeye rastladık. Anama selam verdi. Sonra bana dikkatlice baktı, baktı ve anam abu çocuk zeki bir çocuğa benziyor. Gel bunu bana ver, ben bunu okutuyum. Bunda bir cevher görüyorum. Demircilik ağır meslek, bunu orada heder etmeyelim, dedi. Annem mağdur ve muhtaç olduğumuzu, şimdi az bir para verseler de ileride iyi bir demirci olursa, bize bakar, dedi ve beni demirci ustasına çırak verdi. Orada kısa bir müddet çalıştım. Haftalığımı anama götürdüm. Anam, oğlum gördün mü ilim sana ne verecek bu zamanda ilim karın da doyurmaz işine iyi sarıl ve sanatı kavra dedi.

Ben demirci çıraklığına devam ederken, İmam-ı Azam hazretleri dükkana geldi. Usta ile görüştü. Bu çocuğun haftalığını ben vereceğim. Onu ben okutuyum, dedi. Ben de razı oldum. Çünkü demir işi ağır bir işti. Ben İmam-ı Azam’ın yanında okuyorum. İmam bana bakıyor, benim gibi bir çok öğrenci daha var. Bana özel ilgi gösteriyor. Hafta sonları haftalı verip anama gönderiyordu.

Annem bir gün Azamiye camisindeki medreseye geldi, beni oradan alıp demirciye götürmek ve sanat için bunu yaptığını söyledi. İmam-ı Azam, anama ne söyledi ise onu ikna edemedi. İlla da sanat diyordu. Belki de haklıydı. İlmin sonu meçhul ama sanat ise o zaman en geçerli meslek idi. Hz. İmam anneme “Ey hatun, bu çocukta bir cevher görüyorum. Onu götürme. Ölünceye kadar sana ve okuduğu müddetce oğlunun bütün ihtiyaçlarını üzerime alıyorum” dedi ki, o zaman Hz. İmam, Bağdat’ın en bilgini olduğu gibi, en büyük mağazası olan ortağı ile beraber kumaş tüccarıydı. O zaman İmam-ı Azam anneme şu anda beni ağlatan sözü söyledi; dedi ki; “Hanım hanım, iyi düşün, ilmi küçümseme. Bu iim gün gelecek saraylarda oğluna altın tabaklarda gümüş kaşıklarda yemek yedirecektir. Karar verirken bunu unutma. Sor oğluna şimdi gitmek isterse al götür, yok gitmek istemezse çocuğun iradesini esir alma. Hak senin reşit olmadığı için çocuk sana tabidir” dedi.

(SÜRECEK)