Şafak sökerken düşmanın bu bombardımanı daha fazlalaştı. Öyle bir hal geldi ki; bombardımanın şiddetinden göz açamaz bir hale geldik. Güneş doğarken düşman Tatar taburunu yararak ağırlığa ve merkezimize kadar gelmiş ve her şeyimize hakim olmuştur.

Vaktiyle açılmış olan bir cedvele ne kadar Türk efradı varsa topladılar. Silahlar bırakıldı. Birmanyalı ve yeni Zelandalı askerler etrafımızı kuşattılar. Biz ise can baş derdinde, bazılarımız ağlamakta ve bazılarımız lâ-kayd görünmekte... Öyle bir manzara ki... tariften acizim.

Efrat eski elbise ve çamaşırlarını değiştiriyor, yenilerini alıyor. Kimisi ekmek ve peksimet topluyor torbasına koyuyor.

Bazı arkadaşlarla beraberiz ve ağlıyoruz. Safranbolulu Mehmet Çavuş namında gayet samimi ve dürüst bir arkadaşım vardı. Bu arkadaş hem ağlıyor ve hem de bana " mukadder böyle imiş niye ağlıyorsun ?" diye bana soruyor. Ben de ona, ya sen niye ağlıyorsun, dediğimde:

" Mustafa şu manzaraya bak! Yürekler parçalayıcı vaziyet de onun için ağlıyorum" demişti.

Efradın bir kısmı kendi çamaşırlarını beğenmeyip diğerlerinin çamaşırlarını alıyor. Velhasıl acıklı bir manzaradır devam ediyor.

Nihayet öğleye doğru bizi dörder yaparak harekat mevkiinden biraz uzakta bir mevkide topladılar.

İngilizler'in her cihetten teçhizatı, mühimmatı ve ikmali son derece muntazam, evvelce arz ettiğim gibi yalnız kıymet-i harbiyeleri ehemmiyetsizdir. Korkaklar denilse şayestedir.

Lâkin bizi mağlup düşüren husus, her türlü maddi noksanın bir bir üstüne eklenmesi ve bir türlü ikmalin ve istihbaratın sağlanamamasıdır.

Kut-ul Amare'de bir süngü muharebesine şahid oldum. Bu muharebe şöyle olmuştur.

Bir gün artık İngilizler bizim son derece zayıf düştüğümüzü anlamışlar ve kendilerine de öyle kanaat getirerek müthiş surette bombardıman etmeye başladılar. Siperler yıkıldı. Her taraf ateş içinde olarak bombardıman saatlerce sürdü. Nihayet bombardıman devam ederken bir bölükten fazla miktarda bir askerini hücuma kaldırdı. Hücuma kalkan asker umumiyetle Hintlilerden müteşekkil idi. Bunların Hindu olduğu başlarındaki o koca sarıklardan belli oluyordu. Bunlara mukabil toz ve toprak içinde kalmış bir miktar Türk askeri süngü takarak üzerlerine gelen düşmana karşı taarruza başladı. Nihayet iki müfreze birbirine temas etti. Türklerin savlet-i şîrâneleri ve secayası karşısında düşman askerleri mukavemet edemeden ters yüzüne dönerek kaçmaya başladılar. Ne çare ki o düşmanı takip edecek kuvvetimiz olmadığından bittabi oradan mevkilerine geri döndüler. İşte böyle her yerde ve her zaman Türkler can siperane hareketlerde bulunmuşlardır.

Aklıma gelmişken şunu da yazacağım.

Yine Kut-ül Amare'de Felluce cephesinde İngilizler bizim istihkamları yirmi dört saat ve daha fazla bir surette fasılasız bombardıman etmişlerdi. Bu bombardımanı müteakip İngilizler umumi bir taarruz yapmışlardır. Bu taarruza karşı Türk askeri İngilizlere öyle bir zayiat verdirdi ki, sayısı binleri geçmiştir. Neticede İngilizlerin geri kalan askeri kaçmıştı.

İngilizler meydanda kalan ölülerini kaldırmak için üç-beş saat bir mütareke istediler.

Ve bu mütareke her iki taraftan da kabul edildi. Ortaya bir beyaz bayrak dikildi. Beyaz bayrak etrafında ve hizasında İngilizler ve Türkler yekdiğeri ile görüşüyorlardı. İngiliz sıhhiyeleri sedyelerle ölülerini taşıyorlar.

51. Fırka karargâhında Kara Molla namında bir pehlivan vardı. Bu pehlivan cüsseli, boylu ve müşekkel (gösterişli, iri gövdeli) bir adamdı. Sungurlu kazamızın Boğazköyünden olan bu adam meydana girerek İngiliz ölülerinden bir tanesini bir koluna bir tanesini de diğer koluna sıkıştırarak iki ellerine de birer İngiliz askeri alarak bu suretle İngiliz tarafına dört ölüyü götürmeye başladı.

İngilizler bu vaziyeti görünce hayrette kaldılar. Pehlivan ölüleri götürecekleri yere kadar götürmüş ve oraya bırakmıştır, İngilizler bu harikulade adama hayran olduklarından bir müddet bırakmamışlar buna hürmette bulunmuşlar, gerek zabitler ve gerekse neferler hayranlıklarını gizlememişlerdir.

Bu milletin evlatları her yerde böyle cesur ve fedâkârlıklarla dolu işler yapmışlar, harikulade yararlıklar göstermişlerdir.

ESARET BAŞLIYOR

İngilizler bizi esir olarak halî bir arazide topladılar. Etrafımıza da zincir hattı süngülü nöbetçiler koydular. Biz artık orada her şeyden aciz olarak ne olacağımızı beklemekteyiz. Geceyi orada geçirdik. O gece benim ayakkabılarım çalındı. Şöyle ki ayaklarım fazla terlediği için gece yatarken ayakkabılarımı başucuma koyarak uyumuştum. Sabah oldu ayakkabım meydanda yok. Kimden arayıp soracaksın. Birisinden parayla ayakkabı satın alarak ayağımıza giydik.

O gün bizi Fırat nehrine götürdüler Elimizi yüzümüzü yıkayıp su içtik. Tekrar olduğumuz mevkiye geldik. Bu hal böyle üç gün devam etti. İngilizler ekmek vermiyorlar. Asker esir olmadan evvel aldığı ekmek ve peksimet kalıntıları ile idare ediyor. Ne ise üç gün bazı arkadaşlarla olanı paylaşarak idare ettik.

Üç gün sonra bizi sevk etmeye başladı. Bizden ne miktar mühimmat, erzak, hayvanat almışsa cümlesini imha ettiler.

Peksimetleri Fırat nehrine attırdılar. Elbiselerimizi ve sair ağırlıklarımız ne kalmışsa cümlesini yaktılar. Hayvanların cümlesini telef ettiler. Çünkü hayvanlar açlıktan her biri bir kadit (iskelet) haline gelmişti. İngilizler bizim peksimetlere ellerini sürmediler cümlesini imha ettiler. Ne için el sürsünler ki... Çünkü İngilizlerin yedikleri bisküvi, patates haşlaması ve et konservesidir. Bizim gibi açlık çekmemişler...

Bizi Felluce'ye kadar götürdüler. Felluce'de bize yiyecek verdiler. Ertesi gün Felluce'den hareketle iki günde Bağdat'a geldik. Kut-ul Amare'de şimendifer yapılmış muntazam işlemektedir. Bu seyahatimiz esnasında muntazaman yiyecek verdiler.

Bağdat civarında birkaç gün bizi beklettiler. Bizde de saç sakal uzamaya ve bitlenmeye başladık. Çünkü temizlik namıyla bir şey yok. Temizlik yapılsa bile birbirimizden geçiyor. Bilhassa bit bizi fazlaca sarmıştır.

İngilizler bizi Bağdat'ta dezenfekte yapmışlar fakat yine kendi çamaşırlarımızı ve kendi elbiselerimizi giydiğimizden yine bit bizi bürüdü. Bağdat'ta birkaç gün ikamet ettikten sonra bizi vapurlara bindirerek Dicle nehrinden Basra'ya doğru götürdüler. Bu vapurlar İstanbul'daki Şirket-i Hayriye vapurlarına benzemektedir.

Kut-ül Amare'ye geldiğimiz zaman eski hatıralarımız canlandı. Bu uçsuz bucaksız çöllerde bilhassa kıymet takdir etmeyen Arapların içinde ne kadar Türk kanı döküldüğünü hesap etmek kolay değildir. Korna kasabasını müteakip Basra'ya selametle geldik. Basra'da bizi kasabanın haricinde açıkta içtima ettiler.

(SÜRECEK)

Editör: TE Bilisim