1950 öncesi siyasetçilerinde ve bürokratlarında; günümüz siyasetçi ve bürokratlarının büyük bölümünde olmayan “duyarlılıklar” vardı.

Neydi o duyarlılıklar?

Üretkenlik, dürüstlük, ilkelilik, sadelik, şeffaflık, mütevazılık, tutumluluk, hizmet aşkı v.b…

O günlerin tüm icraatlarına, tartışmasız, dürüstlük, sadelik ve şeffaflık egemendi.

O günlerin siyasetçi ve bürokratları, yetki alanlarının dışına çıkmamaya ve de şeffaf olmaya özen gösterir; savurganlık olarak nitelenebilecek gösterişli tavırlardan özellikle kaçınırlardı.

Deyim yerinde ise “tüyü bitmedik yetimin hakkını korumak”; olmazsa olmaz türü, temel bir inançtı.

Temel felsefe; itibarın, ancak ve ancak üretim yapılarak kazanılabileceği inancıydı.

1950 sonrasında, bu hassasiyetler zayıfladı; giderek de yok oldu.

İlerleyen zaman içinde de “tantana ve debdebe”, olmazsa olmaz hale gelip, ayyuka çıktı.

Öyle bir hale geldi ki, sade bir yaşam tarzı küçümsenir oldu.

Yüzlerce arabalı, onlarca uçak filolu, yüzlerce korumalı, çok saraylı “debdebeli siyaset tarzı”; “itibar” olarak değerlendirilir oldu.

Dünün siyasetçileri “örtülü ödenek” nedir bilmezken; günümüz siyasetçileri “örtülü ödeneği” çerez parası gibi kullanır oldu.

Aşağıdaki yazı, 1950 öncesi siyasetçilerinin bu tür duyarlılıklarını anlatan böyle bir öykücük.

* * *

Nazilli Tren İstasyonu, tarihi günlerinden birini, yaşamaktadır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında Ege dağlarında, işgal ordusuna karşı savaşan Mahmut'un Ali Efe’yi Sultanhisar'daki evinde ziyaret için İsmet İnönü gelecektir.

Ankara'dan gelen trenin son vagonundan inen İsmet İnönü; kendisini karşılayan insanların elini sıkarken; gözüne, elindeki testiyle, su satan, küçük bir çocuk ilişir…

Çocuktan su isteyen İnönü, suyu içip bardağı geri vermek üzere iken, kendisine sorulan bir soruyu yanıtlamak üzere çocuğa arkasını dönmek zorunda kalır. Tekrar geriye döndüğünde de çocuğun orada olmadığı görür, üzülür.

Efe'nin evine giden İnönü'yü, burada bir sürpriz beklemektedir.

Nazilli İstasyonu'nun kalabalığında, bir an görünüp, sonra kaybolan su satan çocuk, Ali Efe'nin kapısının önünde durmakta; kendisine bakarak, gülümsemektedir.

İnönü, Efe'nin komşusu Terzi Mustafa Bey'in oğlu olan çocuğa adını sorar. "Hulusi Samim, efendim." der çocuk…
Çocuğun başını okşayan İnönü, cüzdanından bir 100.-TL çıkarıp, çocuğun cebine sokuşturur.

Hulusi Samim, mutlaka okumasını söyleyen İnönü'nün, okul masrafları için kendisine verdiği 100 lirayı ve kendisine gösterdiği ilgiyi yaşamı boyunca hiç unutmayacaktır.
Nazilli İlkokulu'nu bitiren Hulusi Samim, girdiği öğretmen okulu sınavlarında Türkiye birincisi olur.

Ne var ki babasının maddi gücü yoktur. Terzi olduğu için "Kesim" soyadını alan babası Mustafa Bey'in bir meslektaşı devreye girer; Hulusi Samim, onun katkısıyla Ortaklar Öğretmen Okulu'na kaydedilir..

Hulusi Samim, 1961 yılında, arkadaşlarına her hafta evlerinden zarf içinde gelen harçlıklar dağıtılırken, böyle bir anı hiç yaşayamamış olmanın hüznüyle mezun olur okuldan..

Önce Aydın’ın Atça İlçesi’nin, Kılavuzlar Köyü İlkokulunda görev alır.

Ardından Diyarbakır’ın Kayagediği köyüne atanır.

Öğretmenlikteki başarısı öne çıkınca, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından, Halk Eğitim Müdürlüğü'nde görevlendirilmek üzere Ankara'ya davet edilir.

Bunu fırsat bilen Hulusi Samim, Ankara Üniversitesi Kamu Yönetimi'ne kayıt yaptırır..
Bir yandan memuriyet ve öğrenciliğin yoğun temposuna ayak uydurmaya çalışırken; diğer yandan da bazı ders kitaplarını kaleme alır..

Artık ilkokul ve ortaokulda okutulan "Sosyal Bilgiler" ve "İnkılap Tarihi" kitaplarının kapağında onun adı yazmaktadır..

Özel yayınevleri, kendileriyle çalışması için teklif üstüne teklif yaparlar Samim Kesim’e.

Ancak o, hiç tereddüt etmeden şu yanıtı verir :

"Beni devlet okuttu. Eğitim hayatımı, devletin bursu sayesinde tamamladım. Yazdığım kitaplardan telif almam, alamam.."
… …

Bu arada kız meslek liselerine alınacak dikiş makineleri için oluşturulan komisyonda görevlendirilir..

Açılan ihaleyi kazanan firma temsilcisi, Samim Kesim’den ev adresini vermesini ister.

"Neden ?" diye soran Samim Kesim’e; kendisine hediye olarak o yıllarda çok zor satın alınan elektronik bir cihazın gönderileceği yanıtı verilir.

Samim Kesim, o an, elindeki tüm belgeleri yırtar ve ihalenin iptal edildiğini söyler…

* * *

Ve yine bir gün; Gazi Üniversitesi Müzik Öğretmenliği Bölümünde öğrenci olan kızı Feray, bardaktan boşanırcasına yağmurun yağdığı bir akşam vakti okuldan çıkar.. Önünden geçen arabaların yağmur sularını üstüne sıçratması yetmediği gibi, belediye otobüsü de durağa gelmekte gecikmiştir.

O an babasının arabasının geldiğini görünce rahat bir nefes alır..

Sıkıntısı sona erecek, ıslanmak bir yana, soğuk kış günü üşümekten de kurtulacaktır.

Otobüs durağına yanaşan araba, yavaşlayarak durur ve arabanın arka camı usulca aşağı doğru açılır.

Pencerede bir şemsiye görünür !..

Şemsiyeyi kızına uzatan Samim Bey, "Al kızım," diye seslenir, sonra da camı kapanan araba, uzaklaşır duraktan..
Eve uzun bir süre sonra, sırılsıklam dönen Feray, masasına oturmuş yazdığı yeni ders kitabı için çalışmakta olan babasına dargın ve kızgın bir dille seslenir;

- Baba, ne yaptın sen bu akşam?

- Ne yaptım kızım?

- Yağmur altında ıslandığımı gördüğün hâlde beni arabana almadın.."
- O araba benim değil ki kızım, devletin.. Benim olan şemsiyeydi; yağmurdan korunman için onu sana verdim.

* * *

1950 öncesinin bürokratları, böyle bürokratlardı.

Günümüzün siyasileri(!) ve bürokratları(!) gibi; devletin kendisine özgülediği araçları aile efradıyla birlikte kullanmazlardı.

Ya da günümüzün malum siyasi ve bürokratları gibi, yaptıkları ihalelerde “avanta” kabul etmezler, edemezlerdi...

Ayıp şeylerdi bu tür şeyler 1950 öncesinde…

Ya şimdi?

Şimdi öyle mi?