Virüsten de, salgınla ilgili yasaklardan da; siyasetten(!) de; siyasetin şeyini(!) çıkaranlardan da; ülkeyi ötekileştirip berileştirme çalışmalarından da; daha yakın zamana kadar tarikat ve cemaatlere yapılan bağışlara ses çıkarmayıp, (devletin bir uzantısı olan) CHP’li belediyelere yapılan bağışlar için yaygarayı koparan zihniyetten de… gına geldi bana.

Size de gelmiştir mutlaka.

Bugün virüsle ve de siyasetle ilgili yazılarıma ara verip, duygu yüklü bir öykü anlatacağım size.

Yaşanmış bir öykü.

Öykünün adı Cevriye.

“Cevriye bir hayat kadını.

Genç ve de güzel bir hatun.

Yaşamını her hayat kadını gibi malum yollardan kazanıyor.

Günün birinde birlikte olduğu bir adam müsveddesi tarafından çok kötü dövülerek, gecenin bir yarısı sokağa atılıyor.

Onu baygın bir durumda kaldırımda yatarken gören bir adam; yardımcı olmak için onu ayağa kaldırmaya çalışıyor.

Bakıp görüyor ki; kadının her yeri yara bere içinde ve kadın baygın… Kadını kucağına alıp, evine götürüyor.

Adamın evi; bir oda, mutfak ve banyodan oluşan ufak bir bekâr evi.

Odanın bir köşesinde tek kişilik bir yatak, pencere kenarında küçük bir çalışma masası ve sandalye, masanın üzerinde pek çok kitap, kalemler, daktilo makinesi ve kağıtlar var.

Adam Cevriye’yi kendi yatağına yatırıp, kendisi odada bulunan tek sandalye üzerine oturup, oturduğu yerde uyuyor.

Sabah oluyor.

Adam kalkıp bir çorba yapıyor, dışarı çıkıp eczaneden merhem ve yara temizleyicileri alıyor.

Eve dönüp, Cevriye’yi uyandırıyor.

Bilmediği bir evde, tanımadığı bir adamı karşısında gören Cevriye; bir gece önce sadist bir adamın kendisine yaşattığı korkunç olayların etkisiyle çığlıklar atarak uyanıyor.

Güleç yüzlü adam, şefkat dolu gözlerle; “Hanımefendi korkmayın, emin yerde, emin ellerdesiniz, Lütfen sakin olun…” diyor.

Sonra da; “Dün gece sizi kaldırımda yatarken buldum. Durumunuz çok kötüydü ve kendinizde değildiniz. O nedenle sizi evime getirmek zorunda kaldım. Size çorba yaptım. Çorbanızı için, rahatlayın; daha sonra da yaralarınızın bakımını yapalım birlikte…” diyor.

Bir tepsi içinde hazırladığı çorba tabağını getirip, Cevriye’nin önüne bırakıyor ve soruyor; “Siz kendiniz içebilir misiniz, ben içireyim mi?”

Tüm yaşamı boyunca itilip, kakılmış, horlanmış Cevriye; şaşkın, kuşkulu ve korku dolu gözlerle etrafı taramaktan; yer yer adama bakıp, adamı süzmekten; önüne kadar getirilip konan çorbaya dokunamıyor.

Mesleği(!) gereği, pek çok erkek tanımış olan Cevriye; kendisine; babası ve erkek kardeşleri dahil hiç kimseden görmediği ilgi, şefkatle yaklaşan bu adamı, göz ucuyla izlemeyi sürdürüyor.

Böyle bir ruh haliyle, birkaç gün daha o evde, o adamla kalan Cevriye; adını bile bilmediği bu adamın, kendisi için pişirdiği yemekleri yiyor; getirdiği merhemleri yaralarının üzerine sürüp, iyileşmesini bekliyor.

* * *

Adam bir gün dışarı çıkınca Cevriye evde yalnız kalıyor.

Masanın üzerindeki kitapları karıştırıyor

Daktilo ile yazılmış yazıları okuyor; o an o yazıların, şiir olduğunun farkına varıyor.

Hoşuna gidiyor okudukları, etkileniyor.

“Ne güzel şeyler yazmış, ne kadar da duygulu bir insanmış” diye düşünüyor.

Okuduğu her dize, adını bile bilmediği, adını sorma gereğini bile duymadığı adamı; Cevriye’nin hayalinde yücelttikçe yüceltiyor.

Okuduğu her şiirin ardından, adamın, o güne kadar tanıdığı erkeklerden çok farklı biri olduğunun, üstelik bayağı da çekici ve yakışıklı olduğunun ayırdına varıyor.

Hayal dünyasında, o adamla birlikte olduğunu düşlüyor.

İçinden kendi kendine “Ne o Cevriye, adını bile bilmediğin adama aşık mı oluyorsun yoksa?” deyip, iç geçiriyor.

O böyle kendinden geçmiş, hayal dünyasında yüzerken; kapı açılıyor, adam içeri giriyor.

Telaşlı bir şekilde Cevriye’ye selam veren adam, aynı telaşla bir valiz çıkarıp, çamaşırlarını, kitaplarını o valize sokuşturmaya başlıyor.

Onu bu durumda gören Cevriye; “Nedir bu telaşın, bir yere mi gidiyorsun?” diyor ikircikli bir ruh haliyle.

Valizini yerleştirmeye çalışan adam, başını kaldırmadan; “Evet gidiyorum… Belki bir daha görüşemeyiz…” diye yanıtlıyor, bu soruyu.

Cevriye şaşkın, “Nereye?” diye soruyor, yine ikircikli bir ruh haliyle.

Adam, işini yapmaya devam ederek “Uzaklara… Çok uzaklara” diye yanıtlıyor bu soruyu.

Hayalindeki adamı yitirmenin paniğine kapılan Cevriye’nin ağzından, kendisini bile şaşırtan “İyi de, ben ne olacağım?” sözcükleri dökülüyor bir anda.

Adam, “Ben bu evin bir aylık kirasını peşin vermiştim. Dilersen bir ay burada kalabilirsin…” diyor.

Valizini toplayan adam; telaşlı bir şekilde kapıya doğru yöneliyor.

Cevriye’ye “Hoşça kal küçüğüm. Kendine iyi bak!” diyor ve kapıdan çıkıp, merdivenlerden hızla inerek, sokağa çıkıyor ve gözden kayboluyor.

Adamın arkasından pencereye çıkan Cevriye; sokaktan kaybolana kadar üzgün gözlerle izliyor adamı.

O güne değin yalnızlığı, hiçbir zaman sorun yapmayan Cevriye; yaşamı boyunca ilk kez yalnız olduğunu ve yalnız kaldığını düşünüp, panikliyor.

Paniklemesi geçince de başka bir şeyin daha ayırdına varıyor.

Bu kısacık sürede, hiçbir erkeğe duymadığı hisleri adını bile bilmediği bu adama karşı duymuş, ona bağlanmış, aşık olmuştur.

Yatağına girip, ağlamaya başlıyor.

Sabahın ilk ışıklarında, ağlamaktan gözleri şişmiş bir şekilde uyanıyor.

Artık orada kalmanın bir anlamı kalmadığı düşüncesiyle de ait olduğu İstanbul sokaklarına geri dönmek üzere evden çıkıyor.

Tarlabaşı’ndan Taksim’e doğru yürüyüp; Emek sinemasın yanındaki kitapçının önünden geçerken; gözü, gazete stantlarına takılıyor.

Gazetenin birinde o adamın kocaman bir resmini görüp, şaşırıyor.

Bilinç dışı bir hareketle stanttan çekip alıyor gazeteyi ve telaşla okuyor.

Sonra da olduğu yere çöküp, katıla katıla ağlamaya başlıyor ve iki büklüm kaskatı kesilip, kalıyor oracıkta.

Onu bu durumda görüp, kendisine yardım edenler; Cevriye’nin, buruşturarak top haline getirip; iki büklüm üzerine yattığı gazetede tam sayfa şu haberin yazdığını görüyorlar.

‘Vatan Haini NAZIM HİKMET, Rusya’ya firar etti…’”