Dünkü yazımızda, Sayın Başbakan’ın, CHP’yi 70 yıl öncesine
kilitleyip, güncel sorunlardan uzaklaştırmak ve CHP’yi içten içe çökertmek için
yaptığı Dersim konuşmasından dem vurduk.
Ve Sayın Başbakan’ın; Kurtuluş Savaşı veren yurtseverlere
karşı, İngilizlerle ve diğer işgalci güçlerle işbirliği yapan Seyit Rıza ve
İskilipli Atıf Efendi gibilerine sahip çıkarak; Atatürk’ten ve Cumhuriyet’ten
rövanş alma sürecini başlattığını anlatmaya çalıştık.
Kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Şimdi gelelim, Sayın Başbakan ve çevresinin aklamaya
çalıştığı iki vatan haininden biri olan Şeyh bozuntusu Seyit Rıza Efendi ve
şürekâsına…
400 yıldır devlet içinde devlet gibi davranma geleneğini
sürdüren Dersim Aşiretleri; bu geleneklerini, Genç Türkiye Cumhuriyetinin
yokluk yıllarında da sürdürmek istiyor.
Geçimlerini 400 yıldır zorbalık ve eşkıyalıkla sağlayan bu
aşiretler; devlet otoritesinin Dersim’e girmemesi için; devletin okullarını,
köprülerini ve üretim araçlarını yakıp, yıkıyor.
Koşullar ne olursa olsun Genç Türkiye Cumhuriyeti, kendisini
tanımak istemeyen bu aşiretler topluluğuna, kendini kabul ettirmek zorunda.
Her yolu deniyor, her yolu zorluyor Devlet.
Ama tüm çabalara karşın, bölgeyi ve bölge insanını
sosyalleştiremiyor.
Bölgenin coğrafi yapısı, Kuzey Irak’ın Kandil Bölgesi’nden
farksız. Dağ taş, ulaşılması güç sarp mağaralarla dolu.
Sivil halk, eşkıyayla içi içe. (Kaldı ki burada, bu konuda o
dönemin insanı için “sivil” deyimini kullanmak, ne derecede doğrudur, o da ayrı
bir tartışma konusudur.)
Masum olanı, olmayandan ayırt etmek mümkün değil, çünkü
herkes aşiret üyesi, eşkıyalığı da aşiretlerin bizzat kendileri yapıyor. Ayrıca
bunların içinde dönme Ermeni aşiretleri de var.
Devlet, nasihat ediyor, uyarıyor ama eşkıyalık geleneği, 400
yıl süreyle genlerine işlemiş bu aşiretleri ikna edemiyor.
Devletin olanakları kısıtlı.
Eşkıya, çalıp çırpıp, yakıp yıkıp, sarp dağlardaki mağaralarına saklanıyor…
Devlet; bu günkü devletin ve de bugünkü iktidarın,
şimdilerde Cudi ve Kandil Dağlarında yaptığı gibi, elindeki üç beş pır pır
uçaklarla o dağları bombalıyor. Ama o günün eşkıyası da, bugünün eşkıyası gibi
sıcacık mağaralarında, o bombaları güle oynaya izliyorlar. Çünkü o bombalar, o
mağaraları etkilemiyor.
Şeyh bozuntusu Seyit Rıza’nın aşireti, o uçaklardan birini
vurup, düşürüyor.
Henüz sağ olan pilotun gözleri, Seyit Rıza’nın genç ve azılı
hatunlarından biri olan Besi Hatun tarafından, bıçakla oyularak çıkarılıyor
Ve yine o günlerde,
pusuya düşürülerek öldürülen askeri timin cesetlerine, benim buraya
yazamayacağım iğrençlikte hoş olmayan şeyler yapılıyor.
İşte o an akıllar duruyor, gözler kararıyor ve her şey
bitiyor.
O girilmesi, ulaşılması mümkün olmayan mağaralarda kimyasal
silahlar kullanılıyor.
Sonrası malum…
* * *
Tasvip edersiniz ya da etmezsiniz ama olay özetle budur.
O yörede bir türlü bastırılamayan isyanlar, anca böyle
bastırılabilmiştir.
Doğrudur, hoş olmayan şeyler olmuş, hoş olmayan şeyler
yapılmıştır.
Doğrudur, büyük acılar yaşanmış, büyük acılar yaşatılmıştır.
Ancak yaşanan acılar hepimizin acısıdır.
Bütün bunlarla dozunu kaçırmadan yüzleşmek de son derece
insani bir olaydır.
Ancak üzerinde yaşadığımız, vatan dediğimiz bu coğrafya öyle
bir coğrafyadır ki, herkes konuştuğuna dikkat etmek zorundadır.
* * *
Gelelim İskilipli Atıf Efendi konusuna…
Mustafa Kemal, ülkeyi Kurtuluş savaşına hazırlarken,
özellikle din âlimlerinin desteğini ve yardımını almak istemiş ve almıştır.
Hiç kimse olayları çarpıtmasın, dini ve İskilipli Atıf
Hoca’yı kullanarak da hedef şaşırtmaya, zihin bulandırmaya çalışmasın.
İskilipli Atıf Hoca, zamanın Şeyhülislamı Mustafa Sabri ve
arkadaşları ile “Teali İslam Cemiyetini” kurmuş, İngilizlerle birlikte,
Kurtuluş Savaşı için varını yoğunu ortaya koyan yurtseverlere karşı mücadele
etmiştir.
153 arkadaşıyla birlikte,
Kurtuluş Savaşı aleyhine “Fetva” hazırlamış, bu fetva da dönemin İkdam
Gazetesinde yayınlamıştır.
Ayrıca bununla da yetinilmemiş, bu fetva çoğaltarak, Yunan
uçakları ile tüm Anadolu’ya serpiştirilmiştir.
Kurtuluş Savaşı, Türk Milleti tarafından kazanılınca
şeyhülislam Mustafa Sabri, Mısır’a kaçmış, fitne fesadını sürdürmeye Mısır’dan
devam etmiştir.
İskilipli Atıf Hoca, yargılanırken bunları kabul etmiş;
İstiklal Mahkemesi tarafından da idama mahkûm edilmiştir…
Şimdi bazı muhteremler, o günün koşullarını bilmiyormuş gibi
diyorlar ki; “Efendim son savunması beklenmeden asılmıştır.”
Kaldı ki bu bilgi de ne derece doğrudur, tartışmalıdır.
* * *
Sonuç olarak şunu söylemek isterim.
Bu ülke üç kupona kurulmadı efendiler.
Bugün neyimiz varsa, bütün bunları Mustafa Kemal Atatürk’e
ve arkadaşlarına borçluyuz.
Yanlış şeyler yapılmamış mıdır?
Yapılmıştır.
Acılar yaşanmamış mıdır?
Yaşanmıştır.
Kurunun yanında yaş da yanmamış mıdır?
Yanmıştır.
Ama hiçbir olay, hiçbir konu; bize bu ülkeyi canları
pahasına kurtarıp, teslim eden insanlara bu denli saygısızlık ve nankörlük
yapma hakkını vermez.