Yazının başlığındaki değerlendirmeyi sanatın tüm alanları için düşünebiliriz…
“Yürek titremezse, yazı, şiir, öykü, roman yazılamaz. Yürek titremezse, resim, heykel, yontu, beste, şarkı, türkü, yapılamaz…
Kişi yaptığı işe beden emeğini koyar “iş” olur… Bedensel emeğine aklını katar, “zanaat” olur. Konu sanat ve sanat eseri olunca, bedensel emek ve aklın birleşmesi yetmez. Yapılan işin sanat eseri olması için; beden ve aklın yanında “yürek titremesi” gerekir ve bu hep vardır sanatın zorlu yolculuğu içinde…
Yürek titremesi, sanat adına yapılan işin ana damarı, olmazsa olmazıdır. Sanat bir anlamda bireyin sonsuzluk içindeki arayışı, yaptığı işe kendini adayışıdır… Kendini gerçekleştirme yolunda bir uzun, çileli yolculuktur… Kolay bir yol, kolay bir yaşam hiç değildir. Sanat, insanın içindeki affedici, insanı, doğayı, dünyayı, yaşamı seven kötülüklerden arınmış yandır. Bir ressamın sözlerinde olduğu gibi, “Sanat, insanın beyninin içinde olabilecek virüs ve mikropların antiseptiğidir.”
Sanat; sanatçı için bir tür tutku, sevdadır… Sanatçı, sanatı için, sürekli arayış içinde, kendini aşma peşindedir, karşıtlıklardan beslenir. Tamam, “artık ben oldum” diyen değil, dur, durak bilmeyendir… Bunun için de sürekli “yürek titremesi” yaşar. Yüreğin titremesinin dinmesi sanatsal heyecanının bitmesi demektir ki bu durum bir sanatçı için ölümdür.
Yeryüzünde sanatın birey ve toplum için değerini erken anlayıp, sanat ve sanatçıya gelişmesinin yolunu açan ülkeler var. Bu ülkeler bugün “uygar” dediğimiz ülkelerdir.
Ülkemizde ise, birçok nedenlerle evrensel sanatlar çok zaman sonra var olmuştur. Bilindiği gibi, Atatürk Cumhuriyet’i bir çağdaşlaşma projesi olarak düşünüp, kuran, temelini de kültür olarak belirleyen liderdir. Daha savaş devam ederken karargâhını, bozkırın ortasında bir kasaba görünümünde olan Ankara’ya kurmuştur. Sonradan Ankara’yı başkent yapmasının ardında önemli nedenler vardır. Bunların başında Cumhuriyet’in temeli olan çağdaşlaşma ve kültür mücadelesi gelir. Türkiye o yıllarda 13 milyondu ve okur- yazarı yok denecek kadar azdı. Ankara başkent olduğunda, kanalizasyonu açıktan akan bir köy-kasaba halinde bir yerdi. Atatürk Anadolu’nun ortasındaki bu yoksul kasabayı başkent yaparken; sanatı, bilimi, tekniği Anadolu halkına yaklaştırmak, ayağına getirmek istemiştir. Zaferden hemen sonra musiki, tiyatro, bale, müze ve bizim çok sonradan tanıdığımız sanat dalları için okullar, yerler yapma mücadelesi içine girmiştir…
Sonrası gelmedi, geliştirilmedi. Bunların da çok değişik nedenleri var. Süreç içinde açılan sanatı, düşünceyi besleyen köy enstitülerinin, halk evlerinin kapanması bu ülkeyi tekrar düşünce iklimi olarak “çöle dönüşmeye “meraklı gayretli insanlar için gün doğmasının başlangıcı olmuştur… Biz zaten Atatürk’ü doğru anlayabilseydik “O’nu aşardık”. Sanatı, kültürü, uygar dünyayı, evrensel insan haklarını anlayabilseydik bugün bu durumda olmazdık. Giderek birbirini yiyen Ortadoğu ülkelerine değil uygar dünyanın ülkelerinden birisi olurduk…
Geldiğimiz noktada; Çorum’da övündüğümüz kente gelen sanatçıların da hayran kaldıkları bir “tiyatro” binası bulunmakta. Bu günlerde, bu binanın Devlet Tiyatrosu’nun oyunlarına kapanma olasılığını okuyoruz basından. Nedeni mi? Seyirci azlığı, ödenek, bina dayanıklılığı vb benzeri sorunlar…
Toplumu yönetenler sanata, sanatçıya uzak olunca, bir sanat ve kültür yerini kapatmak için herhangi bir neden olmasına bile gerek yok… Sorun çözmeye niyetli olmayanlar için sanatın, düşüncenin yollarını kesmek kolay. Kapatın tüm sanat, kültür ve düşünce kurumlarını.
Kapatın; çöle çevirin bu ülkenin düşünce iklimini!