(25 Eylül 2013 tarihi, Ozanlık geleneğinin son efsanesinin ölümünün 1. yıldönümü. Aşağıdaki yazı ustanın ölümü üzerine yazmış olduğum Çorum Haber'de yayımlanan köşe yazım. Ustaya saygıyla bir kez daha sizlerle paylaşmak istedim.)

 

Tarih 25 Eylül 2012, günlerden Salı…

Her gün aldığımız olumsuz haberler nedeniyle açmaktan korktuğum haber kanallarından birini korkarak açtım. Ozanlık geleneğinin son efsanesi Neşet Ertaş Usta sabah saat 08.45’te yaşama veda etmişti. 74 yaşında kaybettiğimiz Neşet Usta bir süredir Onkoloji Hastanesinde tedavi görüyordu. Bir gün önce yattığı hasta odasından yoğun bakım servisine kaldırılmıştı. Bunun anlamı belliydi. Usta artık sona gelmişti.

Yine de bu ölüm haberi üzerine toplumda çok yoğun acı, hüzün, kaybetmişlik, pişmanlıkla beraber karmakarışık duygular yaşandı. Televizyon kanalları normal akışlarını durdurdu. Sanatçılar konuşuyor, onun eşsiz yorumu ve sanatı üzerine konuşmalar yapılıyordu. Eserlerinden bazılarını çalıp, söyleyenler vardı. Sosyal medya ayaktaydı. Ayrıca da biz hep böyle değil miyiz? Çile çektirdiğimiz değerlerimize sonra diz döverek ağlamak bizim neredeyse geleneğimiz değil mi?

Kendi anlatımıyla “Garip mahlası” gibi, garipti, abdaldı, öksüzdü, yetimdi, kara yüzlüydü. Bir de üstüne üstlük modern çağın dervişi ve çilekeşiydi. Bu kadar alçak gönüllü olup da, sessizliğiyle milyonların gönlüne nasıl dokundu bilinmez.

21. yüzyılın dervişi süslü sözcükleri, pembe dünyanın hileli yollarını bilemedi. Resmi anlayışla da pek barışık olamadı. Ülkesine küstü. İtilip horlanmaktan bıkmıştı. Almanya’ya gitti uzun yıllar oralarda düğünlerde vurdu sazının tellerine.

22 yıl Almanya'da kaldı. Devlet büyüklerinden onu kimse aramadı. Bu süre içinde Yaşar Kemal, İnce Memet kitabıyla sessizliğin içinden ona seslendi. Kimseler onu yurda dönmek için ikna edemiyordu. Bu arada can yakan, yürek titreten besteleri Türkiye’yi sallıyordu. Eserleri ise emek hırsızları tarafından çeşitli oyunlarla başkalarının ağızlarından seslendiriliyordu. Türküleri milyonların ağızlarında gönüllerinde yer ederken, O, yoksul ve açtı.

Yapımcısı Hasan Saltık kendisini ikna edip, yurda getirdi. Yurda döndükten sonra telif haklarından doğan bir miktar parayı kendisine verdiğinde şaşırdı. Bu işleri bilemeyecek kadar çocukça bir masumiyetin içindeydi. Güldü, babasının emeklerini eserlerini hatırladı “Babam mezardan para göndermiş” dedi. Bu parayla kendisine İzmir’den bir ev alabildi.

Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’in kendisine devlet sanatçılığı ödülü vermek istemesi üzerine de “ben zaten halkın sanatçısıyım” diyerek ödülü reddetti. Her bestesi başyapıt olmuş bir üretken sanat ve gönül adamıydı. Anadolu’nun Karacaoğlan’ı, Pir Sultanı, Dadaloğlu’suydu.

Hepimiz onun ölümüyle biraz da kendimize ağladık. Duygularımızın, aşklarımızın, ayrılıklarımızın, yürek çizgilerimizin sesini kaybettik. Türkiye, en büyük değerlerinden birini, bozlakların efendisini kaybetti. İki yıl önce kendisine Unesco tarafında “Yaşayan İnsan Hazinesi” denildi. Dünya onu tanımıştı, sanatının önünde eğilmişti. Son yıllarda gençler, üniversiteler, akademisyenler bu başarının sırrını ve sanatının inceliklerini öğrenmenin peşine düşmüştü. İlgi, sevgi büyüktü, ama yine geç kalmıştık toplum olarak hep olduğu gibi… Biz gerçek sanatçıları önce çilehanelerden geçirip sonra ödüllendiren bir toplumuz. Biz ona çok çile çektirip çilekeş ettik. Bizlerde çok hakkı olan Neşet Usta umarım bizi affetmiştir.

74 yaşında kaybettiğimiz Neşet Usta bize neler neler bırakmadı... ? Çilekeşliği, âşık olup bir süre evli kaldıktan sonra, çocuklarının annesi olan Leyla’sından ayrılmasıyla daha da arttı. Bu ayrılık acısı onun şaheserler üretmesinin yolunu açtı. “Yazımı Kışa Çevirdin” “Kendim Ettim Kendim Buldum” gibi… Asıl toplumu sarsan bestelerini bu dönemde yaptı. Biz de onunla milyonlar hep birlikte, yaşamın bu yollarından geçmedik mi? Onun türkülerinin bize bu kadar dokunmasının nedeni toplumsal duygudaşlık değil miydi? Yine bir türküsünde “Evvelim sen oldun ahirim sensin ” derken ölümsüz aşklara vurgu yaptı yüreklerde. O, bu çağın çabucak tüketilen duygularından değil, geçmiş çağların duygularından söz ediyordu. O, bizim kendimizden bile sakladığımız, kaçındığımız duyguları bize sazıyla sözüyle avazıyla anlatandı. Gerçek duygularımızı tüm çıplaklığıyla tüm evrene ilân edendi.

Günlük yaşamında bu kadar sade ve tevazu içinde olup, sanatıyla bu kadar çok şeyi anlatması onu derviş abdal, yapıyordu. “Cahildim Dünyanın Rengine Kandım” derken kendiyle de bu kadar yüzleşebilendi. Hem geçmiş yüzyıllardan bu çağa gelmiş, hem de bizi aşmış çok daha gelecek çağların insanıydı, sanki. Leyla’sına adanmış bir ömür bu ayrılık onun gözyaşı olmuş bizim kalplerimize dolmuştu. Bir tür mitoloji kahramanı gibi. Gerçeküstü bir âşık gibi…

Bu kadar kalbe giren duygularımızın tercümanı “Daha Bir Gönüle İkrar Vermedim /Evvelim Sen Oldun Ahirim Sensin” derken bu sözcüklerin bir daha bu tatda böylesine ifade edilemeyeceğini biliyor muydu acaba? Onun türkülerinden eksik kalanların, ‘duygu dünyaları ıssız ve kimsesizdir’ diye düşünüyorum. “Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm” diyen usta. Sahnede ceketini çıkarmak için dinleyenlerden izin isteyen zarafette bir insan olarak örnek alınır mı bilemem. Sırtından para kazananları Allaha havale etti. Basında bu konuda tek bir sözcük bulamazsınız.

Böyle naif, her şeyi içinde yaşayan bir insandı. Yazgısına sitemini, derdini sazının tellerine dokunduğu tezenesiyle, eşsiz sesiyle dünyaya haykırıyordu. Böylece tüm dünyanın olumsuz duygularından arınıyordu belki de. Binden fazla eserle her sözü derin bir yaşam felsefesi olan ustamız bize çok şey bıraktı.

Işıklar içinde yat usta…

 

NOT: Büyük ozanın mezar taşında yazılı olan şu öğreti bugünlerde çok gereksinim duyduğumuz birbirimizi anlamak ve sevmek için belki bir başlangıç olur, kim bilir !.. Bu kadar nefret söyleminin arasında...

Büyük Ozan diyor ki; “Sakın ola ha İnsanoğlu, incitme canı incitme..  Her can bir kalp Hakka bağlı, incitme canı incitme. Sevgi, Saygı, Hoşgörü…”