Üniversiteler geçmişten günümüze klasik ifadeyle her zaman kimsenim bilemediği, anlayamadığı, çözemediği, kendine has katı kuralları olan, yine klasik ifadesiyle erişilmez fildişi kuleleri olmuştur. Türkiye’de hali hazırda 97’si devlet, 44’ü vakıf üniversitesi olmak üzere toplam 141 üniversite vardır. Komisyonlarda ve meclis gündeminde de devlet ve vakıf üniversitesi kurulmasına ilişkin tasarıların olduğu bilinmektedir. Artık İl statüsünde olup da üniversitesi olmayan ilimiz yok. Büyük illerimizde (ki burada Ankara, İstanbul, İzmir gibi metropolleri ayrı tutmak lazım. Çünkü buralarda zaten çok sayıda devlet ve vakıf üniversitesi var.) Kayseri, Adana, Bursa gibi büyük şehirlerimizde 2’inci, 3’üncü devlet üniversitesi ve yine buralarda birden çok vakıf üniversitesi kurulduğunu görmekteyiz.

Dolayısıyla eskiden büyük şehirlerde olan üniversiteler bugün vatandaşın yanı başına geldi. Türkiye gibi genç nüfus potansiyeli yüksek bir ülkede çok sayıda üniversite kurulmasının ne mahzuru var. Ne güzel işte. Artık her isteyen gencimiz hemen yakınında bir üniversite bulabiliyor. Çok sayıda üniversitemizin olması kimleri, neden rahatsız ediyor? Diyeceksiniz. Haşa! Rahatsız olmuyoruz. Ama buruk bir mutluluk duyuyoruz.

Neden buruk bir mutluluk duyuyoruz? İşte bunu izah edeyim. Bundan yaklaşık 6-7 sene önce ulusal bir gazetemizde “Tükenen Üniversiteler” başlıklı bir yazı yazmıştım. Üstelik o yıllarda üniversite sayısı hali hazırdakinin yarısı kadardı. O yazımda vakıf üniversitelerinin cazip tekliflerle devlet üniversitelerinde yetişmiş akademisyenleri çektiğini, devlet üniversiteleri nitelikli akademisyen bulamazken elindekileri de kaçırdığını, her yeni üniversitenin mevcut üniversitelerin mali pastasından bir dilim kopardığını vurgulamıştım. Özellikle de üniversitecilikte nicelik değil, niteliğin öne çıkması gerektiğini savunmuştum. Yeni üniversiteler kuruyoruz derken mevcutların tüketilmesine karşı çıkmıştım.

Oysa, 0 tarihlerden bugüne, 8-10 yıl geçmeden, sayının ikiye katlandığını görüyoruz. Bu durumu siyaset kürsülerinde savunmak kolay. Efendim işte bizim kadar nüfusu, toprağı olmayan filanca ülkelerde, bizdekinden daha çok üniversite var. Bizim de onlara yetişmemiz, hatta geçmemiz lazım. Zaten statükocu kafalar ne yapsak beğenmezler. Diyerek kamuoyunu ikna ediyorlar.

Ama geliniz. Üniversitenin içine bir giriniz. Açıkça ne yapılmak istendiğini rahatlıkla görürüsünüz. Anadolu’nun hemen her köşesinde bir gecede açtığınız üniversitelere önce yandaşlarınızdan, kendi cemaatinizden bir rektör atarsınız. O rektör o üniversiteyi bir güzel cemaat ekibiyle doldurur. Sonra seçim gelir aynı rektör kendi aldığı bu akademisyenlerin oylarıyla gelecek iki dönem, yani 8 yıl daha rektör olur ki, bir daha topla tüfekle yıkamazsınız. Eski üniversitelerin de kaderi elinizdedir. Yükseköğretim Kanunu’nun rektör atamalarıyla ilgili saçma sapan hükmü üniversitede akademisyenleri kamplara ayırmaktan başka bir işe yaramaz. Siz oy verirsiniz, ön sıralara getirirsiniz birilerini ama bu yetmez. Daha YÖK sıralaması vardır. Cumhurbaşkanı’nın takdiri vardır. Onca oy alan atanamaz. Birkaç oy alan atanır. Sonra denir ki, efendim eski Cumhurbaşkanı da böyle yapardı. Olur biter. Eğer eskisi yanlışsa siz neden yaparsınız? Yanlış örnek, örnek olmaz. Hadi siz doğrusunu yapın. Biz de sizi alkışlayalım.

Her rektör değişimi üniversite için bir yıkımdır. Her gelen bizden öncesi enkaz, bizim devrimiz güllük gülistanlık, bizden sonrası ise tufan mantığına bürünür. Yeniler eskiler ayrımı başlar. Akademisyenler kendilerine yeni yerler ararlar. Bilim üreten, bilimi yayan bu güzide kuruluşlarda böyle acayiplikler olur mu?

Türkiye’de yasama elinizdedir. Yürütme elinizdedir. Ayak bağı olan yargıyı ve silahlı kuvvetleri de dize getirdikten sonra sıra üniversitelerdedir. Bu derecede siyasallaşmış üniversitede hangi bilimsel veya akademik özgürlükten bahsedeceksiniz?

Olmadığını da ayan açık görüyoruz zaten. Bunca siyasal, toplumsal, ekonomik sorunlarda üniversitenin gıkı çıkıyor mu? Demokrasiden, özgürlükten, haktan hukuktan bahsederken mangalda kül bırakmıyoruz. Geleceğin Türkiye’sini emanet edeceğimiz gençler bir konuda tepkilerini göstermek istediklerinde karga tulumba yakalıyor, dayak atıyoruz. Türbana özgürlük diyenlere gösterdiğimiz hoşgörüyü onlardan esirgiyoruz. Ama olsun çok şükür türban sorununu çözdük ya gerisi önemli değil. Neredeyse üniversitenin üstüne sanki ölü toprağı serpilmiş. Yandaş medya, yandaş ve satılmış medya kalemşorları ile renk değiştirmiş akademisyen meslektaşlarımız bizim adımıza zaten konuşuyorlar. Allah onları başımızdan eksik etmesin?

Değerli ÇORUM HABER okurları, bir üniversitedeki rektör seçimlerinin öyküsünü gelecek yazılarımda anlatacağım. Sanırım o zaman, bu fildişi kulelerde neler olup bittiğini daha iyi anlayacaksınız.