Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra Mustafa Kemal, hedeflerini  "Türk milletinin son asırlarda geri kalmasına neden olan bütün kurumları kaldırarak yerine milletin karakterine, şartlara ve çağın gereklerine uygun ve ilerlemeyi sağlayacak yeni kurumlar kurmak ve Türkiye'yi çağdaş medeniyetler seviyesine çıkartmaktır” diyerek açıklar.

Bu hedefler doğrultusunda Misak-ı Milli sınırları içerisinde Kurtuluş Savaşına büyük destek veren Anadolu, artık genç Türkiye Cumhuriyeti’nin merkezi olur. Ankara ise “Başkent” ilan edilir.

Önce Saltanat kaldırılır. Sonra “Hâkimiyet bilâ-kayd'ü şart milletindir. Türkiye Devletinin Şekli Hükümeti Cumhuriyettir” denilerek cumhuriyet ilan olunur. Cumhuriyetin ilanını hilafetin kaldırılması izler.

Şapka Kanunu, Tekke ve zaviyelerin kapatılması, Tevhid-i Tedrisat, Latin Alfabesine geçilmesi, Medeni Kanun, gibi birçok kanunların çıkarılması ile birlikte padişah yanlıları ile Mustafa Kemal karşıtları harekete geçerler. Cumhuriyet ideolojisinin ve resmi tarih anlayışının karşısında artık bir muhalefet oluşmaya başlar.

Bu muhalefetin bütün argümanlarının başında cahil halkı kolayca kandırabilecekleri din ve hilafet vardır. Tüm gerçekleri bilmelerine rağmen yalan ve iftiralar ile Mustafa Kemal Atatürk’ü İslam’a savaş açmakla, kâfir ilan edip dinsizlikle, Kuran’ı yasaklamakla, Camileri yakıp yıkmakla, din adamlarını şapka takmadı diye astırmakla suçlarlar.

Felsefeci-Yazar Dücane Cündioğlu, önceki zamanlarda Haber Türk kanalında yayınlanan Büyük Sorular programında bu konuda bazı söylemlerde bulunur.

Kendisinin de bizzat bu suçlamaları dinleyerek yetiştiğini anlatan Dücane Cündioğlu, “İslamcı çocuklar, dindar çocuklar Mustafa Kemal hakkında çok kötü biçimde koşullandırılıyorlar. Hiç kimse yalan söylemesin, riyakârlık yapmasın. Ben yıllarca “Atatürk” demedim. Çünkü bir put ismini anıyormuşsun gibi hissettim. Mustafa Kemal, Gazi filan diye lafı döndürüyorduk” der.

Moderatörün “Nerede dönüştünüz?” Sorusuna ise “maalesef çok geç. Kategorik olarak Mustafa Kemal, dinimizi mahveden, dindarları perişan eden, bunun gibi niteliklerle adı konmamış olsa bile ideolojik algıdır. Ben de bu algıyı taşıdım. Yıllarca uzak durdum.

28 Şubat sürecinde “Türkçe Kur'an ve Cumhuriyet İdeolojisi” diye bir kitap yazdım Ben Mustafa Kemal'in nöbet defterlerini ilk kullanan adamımdır. O dönemde hiç kimse bilmezdi yaverlerinin tuttuğu nöbet defterlerini. Atatürk kitaplığının raflarındaki günlük gazeteleri tarayarak yazmıştım o kitabı.

Bir aylık Ramazan'ı yazdım. Türkçe ezan ve Türkçe namaz ile ilgili Dolmabahçe'deki o süreci yazdım. Tamamen gazete kupürlerinden hareketle yazmıştım. İşte ben orada sadece Mustafa Kemal Atatürk demeye karar verdim” diyecektir.

Hatta Kadir Mısıroğlu’nun da adı geçen kitabı okuduğunu, okuduğunda ise “O kitap bir Müslüman tarafından yazılmış gibi durmuyor” dediğini anlatan Cündioğlu,  “Ben de O’na sizin sıkıntınızı anlıyorum” dedim. “Tarafsız yazmışsın” dedi. Ben de kitabı iyi okumamışsınız dedim. Ben kitabın başında İtalyan bir düşünürden alıntı yapmıştım. “Belki tarafsız olamayız ama vazifemiz dürüst olmaktır,  ben de dürüst olmaya çalıştım.” dedim.

Mustafa Kemal’in İslam dünyasında Türkiye'nin ayrıcalıklı olmasını sağladığını ifade eden Dücane Cündioğlu, “Çünkü uzağı görmüştür ve biraz neşteri acı vurmuştur.

Ben yıllardır şöyle düşünmüştüm. Biraz ileri gitmiş, biraz daha şefkatli davranamaz mıydı? Biraz daha hafif, keskin bir şeyden uzak dursaydı. Ortayı bulucu yorumlar etrafında dolandı zihnim yıllar önce. Yıllar evvelini söylüyorum. 

Fakat şimdiki kanaatim kanser hastasına aspirin veremezsiniz ve ameliyat etmek acımasızlığın, şefkatsizliğin değil tam tersine büyük bir uz görüşlülüğün, ileri görüşlülüğün, gerçek bir şefkatin mahsulüdür” diyerek görüşlerini ortaya koyar.

İşte sevgili okurlar,

Maalesef Cumhuriyet ve Atatürk hakkında ileri sürülen bu yalanlar, iftiralar, karalamalar, küçük düşürmeler artık aklınıza ne gelirse söylenen o kadar saygısızca hakaretler yüzyıldır devam ediyor.

Bir milletin belli bir kısmının da olsa Cumhuriyetin nimetlerinden sonuna kadar yararlandığı halde hem kurucusuna hem de rejime yönelik düşmanlığını anlamakta zorlanmamak mümkün değil.

Bu toprakları bize emanet edenler, bu toprakları kanlarıyla sulayıp, canlarıyla bedelini ödeyerek vatan yapmışlardır. İşte bu vatan cumhuriyettir, özgürlüktür, hürriyettir,

Bu beğenmedikleri Cumhuriyet’in bizlere sağladığı bir ortamda özgürce ibadetini yapanlar, istedikleri gibi konuşanlar, diledikleri gibi hareket edip karış karış yurt içi ve yurt dışı gezilerine çıkanlar unutmasınlar ki bundan sadece yüzyıl önce 1923 yılına kadar İstanbul’a resmî yollardan giriş çıkışlar Müttefikler Arası Pasaport Bürosu’nun denetimine tabi tutulurdu. İstanbul’a gelebilmek ve şehirden ayrılabilmek için Osmanlı vatandaşı dâhil herkesin Müttefikler Arası Pasaport Bürosu’ndan vize alması gerekirdi.

Sevgili okurlar, yazımı Fransız asker, gazeteci ve yazar Claude Farrere’nin Atatürk hakkında söylediği bir söz ile bitirmek istiyorum.

“Onu sizler layıkıyla takdir edemezsiniz. Büyüklüğünü gereği kadar ölçemezsiniz. O, yüce bir dağa benzer. Eteğinde yaşayanlar bu yüceliği fark edemezler. Bu dağın azametini kavrayabilmek için O’na uzaklardan bakmak gerekir”

Claude Farrere, bu sözlerle herhalde bizleri kastediyor olmalı. Öyle ya dağın eteklerinde yaşadığımız için O’nun büyüklüğünü bir türlü göremiyoruz