Bir solukta
okuduğum ve beni
hem çok etkileyen
hem de her
zamanki düşüncelerime sevk
eden ama kimin yazdığını
bulamadığım aşağıdaki yazıyı,
virgülüne dokunmadan, siz sevgili
hemşerilerimle paylaşmak istedim;
düşünelim, şükredelim; şükredelim ve
düşünelim, ibret alalım,
akıllanalım ve beynimizi,
ruhumuzu “ UPDATE” yapalım,
gelişerek yaşayalım diye…
“Evden acele ile
çıkmıştım. Koşar adımlarla metroya doğru ilerlerken bir yandan öğrencilere vereceğim
dersin plânını yapıyor, bir yandan da çiseleyen yağmurda ıslanmamaya
çalışıyordum. Yürüyen merdivenlerle yeraltı treni istasyonuna indim. Trenin
gelmesine iki üç dakika vardı. Bu treni kaçırırsam, on dakika daha beklemem
gerekecekti ve dersime geç kalacaktım. Adımlarımı sıklaştırmaya, neredeyse
koşmaya başladım. Elimde çanta olmasa, belki de koşacaktım.
Metroda benimle
ayni yönde ilerleyen birisinin elindeki uzunca değnekten çıkan, “tak, tak, tak”
sesleri, telaşımı ve kafamdaki düşünceleri birden unutturdu. Belli ki, onun da
acelesi vardı. Sırtındaki büyükçe çantası ve elindeki değneği ile neredeyse
benim kadar hızlı adımlarla ilerliyordu. Biraz dikkatlice bakınca bu kişinin
bir bayan ve ayni zamanda “görme özürlü” olduğunu anladım. Kendi kendime, “Acaba
onun telaşı neden?” diye sordum. Belki de dünyayı hiç görmemişti. Özürlü
haliyle tek başına ilerlese de: tavırları ve yürüyüş şekli ona, kendisine çok güvenen
bir insan görünümü veriyordu. Acaba acele bir işi mi vardı?
Bir anlık her şeyi
unuttum. Sanki her şey ağır çekimdeymiş gibi hareket etmeye başladım. Onun,
değneğiyle sağını solunu kontrol ederek önüne çıkabilecek engelleri anlaması, kendine
yol açması, belki de yaşama azminin bir göstergesi idi. Merdivenlere
yaklaştığımızı hissettim. “Acaba merdivenlerden inerken kendisine yardım etsem
mi?” diye düşünürken, o merdivenlerden inmeye başladı. Sanki dünya dümdüz
olmuş, karşısında hiçbir engel kalmamış gibi merdivenlerin sonuna geldi. Acaba,
değneğinin uçunda onu yönlendiren bir şey mi vardı, ya da bu bayan bir şaka mı
yapıyordu? Kafamdaki düşünceleri toparlamaya çalışırken, metronun durağa
geldiğini fark ettim.
Merakım beni bu bayanın yanına çekti ve onunla ayni
kompartımana bindim. Oturduğu koltuğa iyice yerleştikten sonra, değneğini
katlayıp hızlı bir şekilde çantasının ön bölmesine koydu. Çantasının başka bir
bölmesini açarak, büyükçe bir şeyi çıkarmaya çalıştı. Acaba bir yürürçalar veya
yiyecek-içecek gibi bir şey mi çıkaracak diye düşünürken, kalbimden de acıma
duygularının yükseldiğini hissettim. Belki de dünyayı görmeyi ne kadar çok
istiyordu; ağaçlar, evler, araçlar, insanlar ve gözler… Görecek o kadar çok şey
vardı ki…
O an için kendimi
çok ayrıcalıklı hissettim. Göz, dünyaya açılan bir pencereydi ve ben onların
kıymetini fazla bilmiyordum. Ama ne kadar çok şey ifade ettiklerini o bana
anlatıyordu.
Bayanın,
çantasından çıkardığı kalınca, kitap türü bir şeyin gözüme ilişmesiyle bu
düşüncelerimden sıyrıldım. Acaba o çıkardığı bir katalog muydu diyecektim ki,
onun görme özürlü olduğu aklıma geldi. Derken sayfaları karıştırıp,
parmaklarının uçlarıyla yoklayarak bir yerde durdu. Herhalde aradığı sayfayı
bulmuştu. Hemen sağ elinin işaret ve orta parmaklarını kabarık işaretler
üzerinde gezdirmeye başladı.
Kitap okuyordu… Fakat o görmüyordu ki… Birkaç saniye daldım… Kitap
okumak yalnızca görenlere has bir şey değil miydi? Anladım… Artık o
gözleriyle değil; kalbiyle, duygularıyla ruhuyla okuyordu… Ve kendimden
utandım. Aylardır çantamda taşıdığım ve üç beş sayfanın dışında pek okumadığım kitap geldi aklıma ve yıllarca
hiç kitap okumayanlar.
Keşke onlar da,
insanı düşündüren, hatta utandıran şu görüntüye şahit olsalardı.
Dünyada milyonlarca insan var… Ama okumak… Neden ben… Aniden kesik düşüncelerimden sıyrıldım. Bir sayfayı okuyup bitirmiş ve diğer bir sayfaya geçmişti. Parmaklarını kabarık işaretler üzerinde ustaca gezdirmesinden, bu işe yatkın birisi olduğu anlaşılıyordu. Demek ki iyi bir okuyucu idi.
Ama ne okuyabilirdi ki? Binlerce kitap, dergi ve gazetenin, görme özürlü olanlar için günlük, haftalık olarak hazırlanması belki de mümkün değildi.
Anonsun
uyarısıyla, ineceğim durağa geldiğimi anladım. Daha dört dakika geçmişti ve bu
kadercik kısa bir sürede dahi kitap okumak
çok önemliydi. Bana bu dersi veren görme özürlü o kadın da kitabını
çantasına koymaya ve durakta inmeye hazırlanıyordu. Az sonra tren durdu. Önce
onun inmesini bekledim. Değneği ile onca insanın arasından “tak… tak… tak…”
sesleri ile ilerliyordu. Arkasından birkaç saniye baktım ve sanki değnekten
çıkan o tak tak’lar beynimde, oku… oku… oku… Ve şükret diye yankılanıyordu.”