Herkesin söylediği üzere biz de “ Nerede o eski ramazanlar” diyerek yazıya başlayalım ve sizleri bundan 55 sene geriye götürelim.

Aklımızda kaldığınca şimdi harmanı savrulmuş samana dönen ben, 10-15 yaşımın arasında yaramazlığın kitabını yazacak durumda idim. Ama 15 yaşlarımda iken komşu mahallenin benden 2 yaş büyük oğlunun kafamı yarması ile bu öç alma ve yaramazlığın sonunun olmadığına görüp kimseyle kavga etmemeye karar verdim. Bu kararımda başarılı da oldum. Şu anda küsülü olduğum, konuşmadığım tek bir kimse bile yok Allah’a şükür.

Ben orucu 2 defa en sıcak günlerde 2 defa da en soğuk günlerde tuttum. İlk oruca başladığımda 1948 yılıydı ve yaz aylarına gelmişti. Katipler Konağından Albayrak İlkokuluna doğru giderken 70-80 metre ilerleyince sağda bir çıkmaz aralık var onun köşesindeki bahçeli ve iki katlı ev bizimdi. Kapısı aralığa girince soldaki ilk kapı idi. Aralığın tam karşısındaki Alaybey sokakta ağaçtan bir elektrik direği vardı. Ana hat o sokaktaki direklerden geçiyordu. Yazın oruçlu vakitlerde top atılmasına neredeyse 1 saat kala mahallenin erkekleri o direğin başında toplanırlar ve herkes yaş gurubuna göre guruplara ayrılırdı. Çoğunun kulağının arkasında sigarası ateşlemeye hazır beklerdi ve bu insanların çoğu oruçlarını bu sigarayla bozarlardı. Biz, 12-15 yaş gurubu ise gündüz oynadığımız yetmezmiş gibi onca yorgunluk ve susuzluğa rağmen yine ayak üstü oyunlar icat ederdik. Pek yorulmayalım diye de az hareket gerektiren oyunlar oynardık.

20 kişilik o toplulukta ancak bir iki kişide saat vardı. O saatlere ve onlara da kimse güvenmez, herkes kaleden atılan Helle’nin topunu beklerdi. (Helle topu atan adamın lâkabı idi) Top atılınca herkes sigarasını yakar ve koşar adım evinin yolunu tutardı.

Bu insanların çoğu gündüz bedenen çalışmış olurlardı. Günler sıcak ve uzundu. İftar vaktine yakın kuyuya sallanmış su testileri, karpuzlar, üzümler çıkartılır nasıl keyifle yenirdi bir bilseniz. Yemekler büyük bir tepsiye dizilir ve karınca girmesin diye de bu tepsinin içine bir iki parmak su konurdu.

En iyi yiyecek saklama aracı tel dolaplardı. Arkası tahta, yanları ve kapakları ince tel olan bu dolaplar hava akımıyla yiyecekleri oldukça korurdu. Zaten başka da çare yoktu. Buzdolabı olsa bile, olması mümkün değil ya anormal pahalıydı. Ayrıca elektrik yoktu ki. Akşam 3-4 saat elektrik verilirdi. Evlerde 25-40 watlık ampullerden ancak bir tane yakılırdı. Her şey az, kısıtlı ama mutluluk kocamandı. Herkes güler, herkes birbirini severdi. Konu komşu birbirine saygıda, sevgide, oturmaya gitmede iyi ve kötü günlerinde yanında olmada kusur etmezdi. Erkeklerin işi zor olsa da kadınların işi de çok zordu. (Her şey elde ve bedenen yapılıyordu) Böyle fırınlar, ocaklar nerde? Kışın sobanın üstünde, yazın ise bahçede ya sobada ya da maltız denilen içinde odun kömürü yanan aparatta pişerdi. Ellerinde 40-50 cm’lik bir ince su borusu üfle babam üfle. Yemekler yer sofrasında yenirdi. Bilhassa ramazanda yemek ne sıcak ne de soğuk olacak. Yemek sıcak ya da soğuk geldi diye hanımına sitem eden erkekler erkekliğini böylece ispat ederlerdi!

Kadınların işi zor dedik de; şimdi 25-30 yaşındakilerin hiç görmediği bazı işleri sıralayalım da durum anlaşılsın. Yemek yapma, bulaşık yıkama. Ev, bahçe süpürme. Hayvanlara bakma, tezek yapma, buğday yıkama, ekmek yapma, çamaşır yıkama, çorap ve elbise yamama ve iç çamaşırı dikme. Bunca işin altında, “ hastayım” lafı gelinlerce ağza alınmazdı. “Falancanın gelini de pek çürük çıktı!” dedirtmezdi. Hele bir de 2-3 sene çocuğu olmadıysa dertlere düşülürdü. (Daha 20 yaşını yeni geçmiş bu hanımlara kocakarı ilaçları yapılırdı) “Falancanın gelini pek tembel çıktı” denilirdi. (Tembellik te çocuk yapamaması. Hamile kaldı, kız doğurduysa, hele 2. ve 3. çocuk ta kız olursa, vay o kızcağızın başına gelenlere) Hakikaten bazı aileler bunu çok büyük problem yaparlardı.

Yazın başkaydı ramazan, kışın ise daha başka. Kışın daha keyifli olurdu. Bilhassa erkeklerin işi olmazdı. Günler kısa, yiyecek boldu. Kahve veya dükkanlarda pineklenir, akşam iftar edilirdi. Sahur da bir başka olurdu. Sahura geçmeden camiye teravih kılmaya giderdik. Biz çocukları arka sıraya atarlardı. Biz de bunu canımıza minnet bilir, namazda birbirimizin sırtına bile bindiğimiz olurdu. Cami çıkışı ise sıraya dizilir kapıların tokmaklarını çalarak kaçardık. Kahveye varır mesela, “Dikici Ömer’e 10 çay” der bırakır kaçardık. Çaylar gider garsonla dükkan sahibi ağız telaşına girerdi. “çay istedin” “istemedim” gibi.

Sahurda temcit verilirdi minarelerden..Birbirinden güzel ilahinin bir başka çeşidi idi. (Bu geleneği devam ettirmeyi çok arzu ediyorum. Sayın Recep Camcı Hocadan kasetini alıp gelecek yıl inşallah yapacağız.) Hey gidi günler hey, ne kadar şen ve mutluydu insanlar. Ya şimdi? Herkesin suratı bir karış! Çatmaya adam arıyorlar.

Şimdi gelin kaynana aynı evde oturan pek yok gibi. Ben bu yazıyı ramazanın 15. gecesi yazıyorum. (Yarın saatler bir saat geri alınacak) Sahura kalktım. Sağ olsun gelinim sacda yapılmasa da (yanmaz tavada) mayalı yapıp göndermiş. Atasına rahmet.

Eskiden temcidin baş yiyeceği sac ve tava mayalısı idi. Ayrıca pide kızartması ve yufka ekmek içine kıyma konur, yağlı suyla ıslatılarak kızartmalar yapılırdı. Bunlardan gece çok yaparlar, biz çocuklara da sabah yemeleri için bırakırlardı ki bu kızartmaların tadına da doyum olmazdı.

(Sürecek)