Kadının gözleri artık uykusuzluğa isyan etmek üzereydi. Uyuyup, uykuda şiddetle karşı karşıya kalmamalıydı. Geciktiğine göre kocası yine içkili gelecekti.
Sabaha karşı saat 03’den sonra anahtar sesini duydu, irkilmişti. Adam zoraki bulup açabildiği kapıyı sonuna kadar açmıştı, irileşmiş gözleriyle içeri girdi, sanki hayvanlaşmıştı. Avı da karşısındaki kadındı.
Tüm uykulu hali silinen kadın, korku hissini kaybetmiş, nefret dolu gözlerle ne zaman saldıracak diye bakıyordu. Üzerini ve ayakkabılarını çıkarmakta zorlanan adam, küfürler savurarak, yarım yamalak sözcüklerle bel altı sözler ediyordu. Böyle durumlar o kadar sık yaşanıyordu ki bu evde. Böyle gecelerde, çocukları hemen korkudan yataklarının içinde büzüşüp, neredeyse nefes alamaz oluyorlardı. Şiddetle sonuçlanacağı bu geceden kaçış yok gibiydi. Bu gece de diğer yaşanan geceler gibi daha çok nefretle uzaklaşmaya çağrı çıkarır gibiydi. Çocuklarının ve kadının anılarına yeni ‘kötü anılar’ yüklenecekti ne yazık ki… Kadının kendi evi, kendisi için bir kapandı.
İki çocuk annesi çalışan bir kadın olarak bu olanlara başkaldıramıyordu. Toplum ne derdi? Bütün mesele buydu. Tek amacı, iki oğlunu gelecekte eşlerine şiddet göstermeyen insanlar olarak yetişmekti. Bu mümkün müydü? Bu kadar şiddet içinden bu çocuklar nasıl yetişecekti? Kendini mi kandırıyordu? Bazen iki oğlunun ortasına yatıp sımsıkı sarıldığında sevgiyle öperken onlarla konuşurken büyük oğlu Onur, İçe dönük ve konuşmayan öfkeli gençti. Konuştuklarında annesine,
-Babamı sevmiyorum, ben okuyup seni yanıma alacağım anne, diyordu.
Annesi karşı çıksa da, her şeyin farkındaydı artık. Küçük oğlu Ozan’sa, daha yumuşak ve uysaldı. Babasının ilgisine, sevgisine gereksinim duyduğunu her fırsatta belli ediyordu. Babaları çok nadiren eve içkisiz geldiğinde, bir geceyi fırtınasız atlatmanın rahatlığını yaşıyorlardı. Ozan, hemen gidip dizine yatıyor, onu okşamasını bekliyordu.
Etrafta melek gibi tanınan bu adamın yaptıklarını anlatsa, kimse inanmazdı.
Adam yine bu gece körkütüktü. Kadının kolundan tuttu, yatağa sürükledi. Sevgisizlik bir yana, yayılan rakı ve yenilen sarmısaklı mezelerin kokuşmuş kokusu odayı evi, kokutmuştu. Bu haliyle kadınla yatmak istiyordu. Gençliğinde bu durumlarda kocası mutlu olsun diye dişini sıkan kadın, artık bu duruma dayanamıyordu. Kadın yatmaktan kaçtıkça adam,
-Başkalarıyla mı yatıyorsun deyip, şiddete başvuruyordu. Dili dolanarak ne söylediği anlaşılmayan, sesler çıkararak, kadına yaklaştı kadın ölüme yatarcasına başını duvara çevirip, kurbanlık gibi yatağa uzandı. Adam uğraşıyor bir yandan da küfürler ediyordu.
-Kadın, kadın değil ki diyordu.
Kadın, iki ellerini sağında, solunda yumruk yapmış neredeyse tırnaklarını kanatırcasına etine geçirmiş, dişlerini sıkıyordu. Bu işkence bir an önce bitsin diye bekliyordu.
Adam üstünden kalkıp, kendini yere attı, sonra da küfürlerle kadının saçlarına yapıştı. Kadının gözünde kocası artık en çok tiksindiği fareye benziyordu. Olanlar olmuştu, uzun saçları onun işkence aracıydı… Koridorda sürüklüyor, kıyamet kopuyor, saçları tel tel ayrılıyordu. Bu kadar sarhoş bir adam bu gücü nasıl bulmuştu kendinde. Adam yoruluncaya kadar kadını dövmeye devam etti. Yorulunca da yatağa girdi, bir süre sonra pis kokusuyla horultusu etrafa yayıldı. Gözleri kançanağına dönen kadın, sabaha kadar dolabın kenarına başını yaslayarak sabahladı. Çocuklarını düşündü, intihar etmesi onların yaşamdaki yüklerini arttırırdı.
Adam, sabah kalkınca, kadının dolabındaki giysileri camdan fırlatmıştı. Bu onun huyuydu, böyle zamanlarda bunu hep yapıyordu. Sabah kadın kendini hem çaresiz, hem de adama karşı sonsuz bir nefretin içinde buldu. Aynaya baktığında, boynunda morarmış parmak izleri darmadağın bir surat kançanağı gözler gördü. Ellerini yüzünde ve bedeninde gezdirdi. Sağ olduğu için şükretti. Bu yüz kendisinin olamazdı, bu çaresiz kadın ona yabancıydı. Bu yabancılaşma içindeki zıtlıktı sanki. Yatağı düzeltirken, bir kez daha dehşete düştü. Elini gezdirerek bir avuç saç topladı. Çocukları evin önündeydi, seslerini duyuyordu. İntihar…Ya çocuklar?... İçi acıyla titredi. Hemen giyinip, polise, avukata gitmek yerine kuaföre gitti. Koltuğa oturdu,
-Saçlarımı kes, dedi.
Onu tanıyan genç kuaför baktı. Herkesin imrendiği siyah, uzun, kalın dalgalı saçları vardı.
-Nasıl keseyim abla? Tam kısa mı? dedi.
Kadın derin düşüncelerinden sıyrılıp,
-Kesebileceğin en kısa saçı istiyorum, dedi, hatta kökten kazı benim saçımı.
Genç baktı,
- Abla, diyecek oldu.
Kadın,
-Evet, kökten kazı, dedi. Genç kadının saçına elini atınca
-Abla ne oldu saçlarına? dedi, saçların keçelenmiş, dipleri kanamış.
Kadın, belli belirsiz,
-Benim yüreğim, bedenim, beynim kanıyor dedi.
Genç kuaför
-Abla saçı yıkayalım, deyip o işe sarıldı. Artık soru sormuyordu. Havluya sarılan saçlarla aynanın karşısına tekrar geçtiler. Gözler, bu gözler, aslında dikkatli bakan birinin her şeyi görebileceği gözlerdi. Başını koltuğun arkasına yasladı. Karanlık bir koridorda yolunu bulamıyordu. Kendiyle karşı karşıyaydı. Ya ayağa kalkıp yaşamının bundan sonrasına sahip çıkacak ya da bu yaşama olduğu gibi devam edecekti.
Bir genç kadın için dul olma düşüncesi ne kadar da korkutucuydu. Ya evi güvenli miydi?
Makasla saçlarını aralardan alarak saçı kesmeye çalışan genç,
- Abla kaza mı geçirdin? diye sordu.
Kadın,
-Evet, kaza geçirdim, dedi. İçinden devamını getirdi:
-Bunca yıl bu adamla yaşamak en büyük kazaydı.