Belgeselleri ve belgesel gibi insanları seviyorum zaar; gerçek adamlar, sahici kadınlarla çene çalıyorum zamanlı zamansız. Ne vakit sohbetsiz kalsam, Kargı’dan bir arkadaş arıyorum. Zira yaşamaya dair benim de en iyi bildiğim, sohbetinden en çok haz duyduklarım, bizim ellerin kendim gibi yarım akıllıları, sarhoşları, karaçalı korunu ardıç dalıyla tütsüleyenleri.

Güzle başlıyor bu aramalar. Yaz güneşinin kavurduğu sarı yapraklar sonbahar rüzgârlarının önüsıra Mora Kayası’ndan Kavaklar’a doğru sükunetle süzülürken, Kalekayası’ndan çıkma taşları masa yapan sarhoş tayfasının güz mesaisinin başladığını hissediyorum.

Üstünden biçerdöver geçmiş çeltik tarlaları kadar rahatlayan avare erkânı, iş güç bitince soluğu güz başında orada alıyor zira. Çalı uğultusu, ateşten yükselen ardıç isine bulanmış mayıştıran kokularla daha da rahatlayan kasabalı bedenlere, Tosya Boğazı'ndan batan Güneş'in sunduğu bir manzara şöleni eşlik eder. O an Güneş o kadar büyüyor ki, Kör Selahattin bile gözlüksüz görüp hüzünleniyor. Güneşe inat küçülen dertlerden arınanların durumuysa Gamsız Ahmet'le eşitleniyor.

Ateşin başında dikilen adamların anlattıklarından, her birinin içi seçiliyor. Zaten hissiyatını saklamayı pek bilmeyen kasabalı, batan gün ışığının efkârıyla soğan zarı gibi şeffaflaşıyor. Gece yarılarına kadar süren bir Kargı Bülteni başlıyor.

Bize de sohbetin hayalini kurmak kalıyor uzaklardan. Bari açıp bir belgesel izleyeyim...